Kategori arşivi: Osmanlı İmparatorluğu

Şehidimiz J.Asb.Üçvş. Selçuk KARABAKLA

Nevşehir bir ŞEHİT daha verdi bu vatan toprakları için ne mutluki ŞEHİDİME mubarek mertebeye ulaşdı Cc şehit“ALLAH” mekanının Cennet Peygaber Efendimizin (a.s.v)  Mubarek Ordusuna nayil eylesin Toğrağın bol olsun ŞEHİDİM Sen hakkını Helal eyle…..

Türkmen kardeşlerimize destek çıkalım

Utanmamız gerekiyor, TÜRK milleti olarak Kobani kadar olamadık Türkmen kardeşlerimize sahip çıkmıyoruz herkes kaçıyor, memleketin okadar ztürkmenngini var siyaset adamları sözde Milliyetci geçiniyolar, hani nerde Bizim milliyetciliğimiz? hani nerde? Türkün Türkden başka dostu yok bunu herkes biliyor değilmi? peki biz neden Türkmen kardeşlerimize destek çıkmıyoruz Bayır bucak da ırak da yoklukla savaşırken kendi Türkmen kardeşlerimiz biz evimiz”de keyif çayları içiyoruz..

 

 

 
Ama lafa geline herkes asıp kesiyor vs vs Utanmamız gerekir Kobani için günlerce canlı yayın yapan Tv kanalları ne zaman Yayladağına gidip de canlı yayın yaptınız? Telefon operatörleri her yere yardım topladınız neden Türkmen kardeşlerimiz için kampanya başlatmadınız? Ben kendim bizzat gidip gördüm öyle çok seviniyolar”ki Türkiye”de geldiğimizi duyunca öyle bir sarılmaları varki kardeşin sarılmıyor, bu şekilde sana çünkü onlarda TÜRK dinimiz bir soyumuz bir çünkü bir Osmanlı torunuyuz..

 

 

 

 

 

 
Ufak bir anımı paylaşakmak istiyorum bunu Önce CC ALLAH sonra gözlerim şahit oldu biz 3 arkadaş suriye”ye yani bayırbucuğa gitmek için yola çıkdık ve yayladağına gittik orda bizi karşıladı kardeşlerimiz ve daha sonra yola çıkdık uzun bir yürüşden sonra sınırı geçtik önce ufak bir baraka şeklin”de bir yere gittik hemen uzağın”da TÜRK Askerileri vardı orda kahraman Türkmen kardeşlerim Türk askerine zarar gelmesin diye gece gündüz nöbet tutttuklarını gördüm inanın gözlerim doldu öyle çok sahip çıkıyolar”ki tarifi imkansız daha sonra başka bir yere geçtik sabahın ilk ışıklarıydı biz uykusuz yorgun bir şekil”de yolumuza devam ettik ve bayır bucak Sultanabdulhamit Tugayi komutanı ömer ile birlikte diğer kardeşlerimizin yanına gittik ama öyle yorgun bitkindiki anlatamam cepheden gelen kardeşlerimiz yanyana yatıyolardı öyle bir manzara gördümkü ne yorgunluk kaldı ne korku başımı kaldırıp baktığım”da karşım da koskoca duvaru kaplayan bir AY YILDIZLI BAYRAĞIMIZ ve inanın orda belli etmedim ama gözlerim oldu sordum neden bu bayrak diye dedikleri tek teklime Hepmizin canı feda olsun AY YILDIZ BAYRAĞA uyan türkiye o insanlar yoklu ile savaşıyolar bizden destek bekliyor, peki ya biz ne yapıyoruz hiç bişey UTANMAMIZ gerekiyor haydi TÜRK MİLLETİ Kendi soydaşlarımıza destek olalım hep birlikte yanların”da olduğumuz gösterelim…

Ey şehit

Ey şehit sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın…
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın…”

şehitM.A. Ersoy

Ve asla unutmuyacağız

Çanakkale Şehitlerimizi Hiç Bir Zaman Unutumadık Ve Unutmayacağız Ruhunuz Şad Olsun…

şehitler

Çanakkale geçilmez türk milleti yenilmez

Çanakkale yüz binlerce Şehit kanları ile sulanmış çanakkale ve Yüce Türk milletinin destanıdır, çanakkale bize miras kalan bu güzel ülke ve için Şehit düşen atalarımızın tam bir asırlık anısı dile kolay tam 100 yıl geçmiş Baş komutan Mustafa Kemal Atatürk ve onun kahraman askerlerine sonsuz şükranlarımızı sunar, ve her TÜRK”e “CC ALLAH” Şehitlik mertebesini nasip eder inşallah, Bu gece yatmadan her türk ve bu bayrak altında yaşayan herkesin Şehitlerimiz için “FATİHA”çanakkale okusun inşallah….

II. Murad

II. Murad (1421 – 1451)
Sultan İkinci Murad 1402 yılında doğdu. Babası Çelebi Mehmed, annesi Dulkadirogullari’ndan Süli Bey’in kızı Emine Hatun’dur. Uzun boylu, beyaz tenli, doğan burunlu ve güzel yüzlü bir Padişahtı. Çok güzel konuşurdu. Kendisinin en büyük mutluluğu, Fatih Sultan Mehmed gibi eşine az rastlanacak bir insanın Babası olmaktı. Sultan İkinci Murad, sakin ve huzurlu bir hayat yaşamayi arzu eden, fakat gerektiği takdirde çok hareketli, cesur ve hiçbir seyden yılmayan bir kişiliğe sahipti. Avrupalılar, Onun, istediği takdirde bütün Avrupa’yı fethedebilecek bir kimse olduğunu kabul etmişlerdir. Otuz yıllık saltanatı süresince, ülkesini çok büyük bir şan ve şerefle idare ederek, emri altında bulunan herkesin sevgisini kazandı. Dindar, âdil ve lütufkâr bir Padişahtı. Çocukluğu Amasya’da geçen Sultan İkinci Murad, tahta çıktığında on dokuz yaşındaydı.
Erkekçocukları: Fatih Sultan Mehmed, Ahmed, Alâeddin, Orhan, Hasan, Ahmed
Kızçocukları: Şehzade ve Fatma Hatun

Osman Gazi

Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Gazi, 1258’de, Sögüt’te doğdu. Babası Ertugrul Gazi, Annesi Hayme Hatun’dur. Osman Gazi, uzun boylu, yuvarlak yüzlü, esmer tenli, ela gözlü ve kalın kaslıydı. Omuzları arası oldukça geniş, vücudunun belden yukarı kısmı, aşağı kısmına oranla daha uzundu. Başına kırmızı çuhadan yapılmış Çagatay tarzında Horasan tacı giyerdi. İç ve dış elbiseleri geniş yenliydi.
Osman Gazi değerli bir devlet adamıydı. Dürüst, tedbirli, cesur, cömert ve adalet sahibiydi. Fakirlere yedirip, onları giydirmeyi çok severdi. Üzerindeki elbiseye kim biraz dikkatlice baksa, hemen çıkartıp ona hediye ederdi. Her ikindi vakti, evinde kim varsa onlara ziyafet verirdi.

Osman Gazi, 1281 yılında Sögüt’te, Kayı Boyu’nun yönetimine geçtiginde henüz 23 yaşındaydı. Ata binmekte, kılıç kullanmakta ve savaşmakta çok ustaydı. Aşiretin ileri gelenlerinden, Ömer Bey’in kızı Mal Hatun ile evlendi ve bu evlilikten ileride Osmanlı Devleti’nin başına geçecek olan oğlu Orhan Gazi doğdu.
Sögüt’te temelleri atılan, altı yüzyıllık bir tarih diliminde ve üç kıtada hüküm sürecek olan Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi, 1326’da Bursa’da Nikris (goutte) hastalığından öldü.
Erkek çocukları: Pazarlı Bey, Çoban Bey, Hamid Bey, Orhan Bey, Alaeddin Ali Bey, Melik Bey, Savcı Bey
Kız çocukları: Fatma Hatun

Bugünkü Türk Devletinin Sistemi

Türk Devletinin Sistemi: 1) Demokrasi
Türkiye de demokrasiye ilk geçiş aşaması, padişahın otoritesini kısıtlaması bakımından Sened-i ittifak sayılabilir. 1839 Tanzimat Fermanı, kişi hak ve özgürlüklerini güvence altına almıştır. 1856’da yayımlanan ıslahat fermanı ile de tüm Osmanlı uyruklarının devlet memuru olabilmesi kabul edildi. 1908’de II. Meşrutiyet ile meclis yeniden toplandı. Bütün bu aşamalar monarşik yapıyı zayıflatmış, meşruti yönetimi sağlamıştı. Mustafa Kemal, 1923 Ekiminde Türkiye Cumhuriyetini ilan ettikten sonra, 1924 Anayasası’nda meclisin üstünlüğü ilkesi yinelendi. Ancak kişi hak ve özgürlüklerinin meclise karşı korunması, henüz söz konusu değildi. 1945’e kadar süren dönemde bir-iki girişim dışında tek parti düzeninde demokrasi gelişemedi. İkinci dünya savaşını kazanan batı demokrasileri yanında yer almak isteyen Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, 1945’de çok partili sisteme geçileceğini açıkladı. 1946-50 döneminde demokrasiye geçiş hızlandı. 1950’de yapılan seçimler sonunda demokratik bir şekilde hükümet el değiştirdi. Ancak 27 mayıs 1960’da ordunun müdahalesi ile ara rejim başladı. 1961’de yeni anayasa hazırlandı. Temel hak ve özgürlüklere daha geniş yer verilmiştir. 1961’de yapılan seçimlerle de koalisyon hükümetleri

(6) Taner Timur ; Türk Devrimi ve Sonrası ; S.256-257
(7) Niyazi ; a.g.e., S.213-220
(8) Niyazi ; a.g.e., S.239-244
kuruldu ve 1961-1965 arası demokratik olarak ılımlı bir dönem oldu. Ancak 1965’den sonra siyasal gelişmeler yaşandı, öğrenci hareketleri ivme kazandı. 21 Mart 1971’de Silahlı kuvvetlerden hükümete muhtıra geldi. Hükümet istifa etti. Bu sıkıntılı günlerin ardından 12 Eylül 1980’de askeri müdahale gerçekleşti. Bütün yurtta sıkı yönetim ilan edildi. Bu siyasal gerginlik 1983 seçimlerine kadar sürdü. Seçimlerin ardından demokratikleşme süreci yeniden başladı.(1) Bugünün Türkiye’sinde yönetici xxx başka, halk da gerek eğitim gerek radyo-televizyon ve basılı yayın sayesinde özgürlüğe, hür düşünceye, demokratik bir siyasal yaşama karşı çok daha bilinçli yaklaşmaktadır. Bu yaklaşım ve gösterilen çabanın Türkiye deki demokratikleşme sürecinde önemli bir payı olacaktır.
Çağdaşlık :

Ulus egemenliğine dayanan laik bir cumhuriyet öngörüsü ile yola çıkan Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğunun dinsel ve geleneksel yönetim tarzının devleti zayıflattığını, üretmekten çok tükettiğini ve insanların atılım yapmasını engellediğini görerek, Batılıların vaktiyle gerçekleştirmiş oldukları zihinsel değişimin benimsenmesinin Türk ulusunu çağdaş uygarlık düzeyine taşıyacağını düşünmüştür. Türkiye Cumhuriyeti, batı toplumlarını örnek alarak ; batılılaşmayı, toplumsal dönüşümü gerçekleştirme hedefi olarak belirlemişledir. Batılılaşmak, Rönesans ve aydınlanma dönemlerinde “yeniden insana dönmek” fikri çerçevesinde oluşturulmuş olan batı zihniyetine sahip olmak anlamına gelmektedir. Bu zihniyet, ilerlemenin, gelişmenin ve yenileşmenin itici gücünü oluşturmaktadır.(2)

Türk kurtuluş hareketinin birinci amacı bağımsız ulusal Türk devletinin kurulması, bundan sonra gelen en önemli amaç ise çağdaşlaşmadır. Atatürkçülük de , bağımsız milli devleti, milli egemenliği, kişi özgürlüğünü, her çağda çağdaş olmayı amaçlar. Türk kurtuluş hareketinin çağdaşlaşma aşaması , ulusal egemenliğin gerçekleşmesini de sağlayan birçok atılımı kapsar. Bu hareket, bütünü ile bir Türk uyanışı ve yenilenmesidir. Türk devrimini oluşturan bağımsız ulusal devletin kurulması ve çağdaşlaşma diğer birçok ulusa örnek olmuş ve evrensel nitelik kazanmıştır.(3)
Laiklik :

“Dini inancın insanlar yalnızca vicdani bir sorun olarak ele alınması ve dinin hiçbir şekilde devlet işlerine karıştırılmaması” olarak kısaca tanımlanan laikliğin, biri “kişilerin inanç ve ibadetlerinde özgür olması” , diğeri de “din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olmak üzere iki temel özelliği bulunmaktadır. Tamamen Hristiyan batı kültürünün ürünü olan “laiklik” , kaynağını İncil deki “Sezar’ın hakkı Sezar!a, Tanrı’nın hakkı Tanrıya” hükmünden almaktadır.

(1) Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi , “demokrasi” Md., S.3006-3008
(2) Kubilay Aysevener ; “Türkiye Cumhuriyeti’nin Felsefi Temelleri” ; Doğu-Batı ; S.109
(3) Suat İlhan ; Türk Çağdaşlaşması ; S.7-8
Hristiyanlık inancına göre ideal olan, devlet ile kilisenin birbirine müdahale etmemesidir. Ne var ki, Roma İmparatorluğunun yıkılmasından sonra ortaya çıkan otorite boşluğundan yararlanan kilise, ekonomik yönden güçlenerek devlet işlerine el atmış ve siyasi otoriteyi tamamen kontrolüne almıştır. Batı ülkelerinde Rönesans ve Reformdan sonra, kilisenin dünyevi iktidarının sınırlanmasına ve devlet üzerindeki baskılarının azalmasına bağlı olarak , kişilere daha geniş inanç ve ibadet özgürlükleri sağlanmış ve “laiklik” gerçekleşmiştir.(1)

Birinci Dünya savaşı ile bağımsızlığını yitiren ve nihayet Osmanlı devletinden sonra Anadolu’da başlayan direniş hareketi ve İstiklal Savaşının hemen arkasından Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu. Bu yeni devlet, batılılaşma yönünde kesin bir tercih yaptı Osmanlı İmparatorluğunda uzun asırlar boyu siyasal, toplumsal ve kültürel alanlarda hakimiyetini sürdüren İslam’ı, bu sektörlerin dışına çıkararak, Fransız usülu laik bir düzeni amaçladı. Geleneksel İslam-i kimliğine hala sadık kalan halkın büyük çoğunluğunun zoraki kabullendiği, dolayısıyla soğuk baktığı bu yeni kimlik, Ordu ve basın başta olmak üzere, bürokratik, akademik, ekonomik, siyasal ve entelektüel çevrelerden oluşan elit kesim tarafından hararetle benimsendi.

İslam’dan laik milliyetçi kimliğe dönüşümü belirleyen İnkılâplar adım adım ama oldukça kısa sürede yürürlülüğe konuldu. Saltanat ve hilafet 1922 ve 1924’de iki sene arayla kaldırıldı. İlk Teşkilat-ı Esasiye kanununda devletin resmi dini olarak kayda geçen İslam daha sonra bu kayıttan çıkarılarak resmiyetten düşürüldü. Tevhid-i tedrisat kanunu ile medreseler kapatılarak İslam, geleneksel eğitim kurumlarından yoksun bırakıldı. İslam’ın yüzlerce yıllık gelir kaynağı olan vakıflar, siyasal iktidarın kontrolüne alınarak, toplumsal alanda kurumlaşmanın önüne geçilmiştir. 1924’de Diyanet İşleri Bakanlığının temelleri kurularak ; İslam, devletin kontrol ve takibine alındı. 1925 yılında da tekke ve zaviyeler kapatıldı.

Böylece, tarihte hiçbir İslam devletinde olmadığı kadar İslam’ı bir ideoloji haline getirmiş, başka bir ifadeyle İslam ile adeta özdeşleşmiş Osmanlı devleti, Anadolu topraklarına çekilerek, İslam’ın yerine, milliyetçi radikal bir laisizm temelinde batılılaşma tutkusunu hayatını olmazsa olmaz ideolojisi yapmış milli bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşmüş oluyordu.(2)

Genelde Cumhuriyet dönemi Türk bilim ve düşüncesi özelde Türk tarihçiliği, “İslam problemini” genellikle İmparatorluktan milli devlete geçişte ideolojik değişimin yarattığı sarsıntının bulaşıklarından arınmış ciddi bir yaklaşımla ele alıp incelemediği gibi , bunun için bir alt yapıda hazırlamadı. Büyük çoğunluğuyla Müslüman kimliğini taşıyan ve taşıyacak olan Türkiye de bu konuya olan ilgisizliğin yol açtığı bilgisizlik siyasi hayatta olduğu kadar, bilimsel ve entelektüel hayatta da büyük boşluklar ve gerginlikler yaratmıştır.(3)

(1) Karatepe ; a.g.e., S.75-76
(2) A.Yaşar Ocak ; Türkle Türkiye ve İslam ; S.107-108
(3) a.g.e., S.24
1979 İran İslam ihtilâli, Türkiye’de bütün dikkatlerin yeniden İslam’a çevrilmesine sebep oldu. Bu yoğunlaşma iki farklı sonuç ortaya çıkardı : Bir tarafta Batıdaki oryantalist yayınlara dayanarak, İslam’ın kendi kaynaklarından çok yozlaşmış ve gelenekselleşmiş halk İslam’ını gözlemleyerek İslam aleyhtarlığı yapan bir aydın kesim oluştu. Diğer tarafta İslam’ı yeniden anlayıp keşfetmeye ve bu yolla kendi kimliğini ortaya koymaya çalışan Müslüman aydın kesim ortaya çıktı. Bu dönemden önce, 1950’lere kadar olan devre basının da yardımıyla, her alanda İslam-i düşüncenin ve yaşantının devletin sıkı takip ve hatta zaman zaman müdahalesine maruz kalmasıyla karakterize edilebilir.

1960 yıllarda yabancı okullarda okumuş, üniversite eğitimi almış entelektüel kesime Marksist aydınlar da katılarak İslam’a karşı mücadele etmeye başladılar. Nihayet 1980’li yıllara gelindiğinde de “İslam-i rejim” kavramı ön plana çıkarak bütün dünyada merak uyandırdı. Bu siyasal boyut yalnız Türkiye’de değil, bütün İslam ülkelerinde öne çıkmış ve İslamcı aydınlar içinde, bu konularla uğraşan batılı araştırmacıların literatüründe ortak bir terim olan “fundamentalist” yahut, “radikal İslamcı” terimiyle nitelendirilen yeni bir grup oluşmuştur.

Ancak , “İslam-i rejim” gibi tarihte ve bugün birbirinden çok farklı nitelikler gösteren izafi ve kaypak, son derece teorik bir meselenin bu suretle ağırlıklı olarak gündeme sokulması öncelikli olarak üzerinde durulması gereken, İslam’ın sosyal, bilimsel, fikri ve kültürel muhtevasıyla alakalı devasa meselelerin geri plana itilmesi gibi büyük bir yanlışın kapısını açtı.”(4)

Sonuçta bugünün Türkiye’si, ardan geçen 75 yıla rağmen, Doğulu ve İslamcı kimliğinden kurtulup Batılı bir kimlik kazanmış, gelişmiş bir ülke olmadığı gibi, tam anlamıyla Doğulu bir ülke olarak da kalmamıştır. Türkiye’de toplum açıktan açığa ve giderek sanki keskinleşen bir çizgiyle laikler- Müslümanlar veya Atatürkçüler – Şeriatçılar diye ikiye bölünmüş görüntüsünü vermektedir. Birinci kesimin sosyal tabanını merkezdeki yönetici elit ve İslamsız Batılılaşmacı ideolojisini paylaşan entellektüeller, ikinci kesimin sosyal tabanını ise periferdeki muhafazakar ve aynı zamanda çağdaşlaşmaya ama İslam ile çağdaşlaşmaya talip büyük halk çoğunluğu teşkil etmektedir. Türkiye, tarihinin çok önemli bir dönüm ve dönüşüm noktasında bulunmaktadır. Sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitlenin yaşaması hedeflenen Türkiye’de bu ikiye bölünmüşlük, çağdaşlaşma yolundaki en büyük handikap olarak önünde durmaktadır.(5)

Yetmiş beş yıllık Cumhuriyet tarihinde, Kemalist elit, siyasal iktidarın elinden gitmesini hiçbir zaman boyun eğerek karşılamamıştır. Bu yüzdendir ki, Türkiye’de sağ partilerin iktidarda olduğu zamanlarda, gerek dolaylı yollardan ordu adına “rahatsızlık” sinyallerinin verilmesi, gerekse medyanın seri halde “irtica” kampanyaları başlatması bir türlü ele geçirilemeyen iktidarı yeniden kazanma savaşıdır. İslam, Cumhuriyet ile birlikte onu besleyen kurum ve değerlerin ortadan kaldırılması ile , yerinin daha çok hurafeci bir nitelik arz eden , rafine bir üsluptan yoksun “popüler İslam’a” bırakmıştır. Bugünün Türkiye’sinde gerek taşra kasabalarında gerek büyük şehirlerin kenar mahallerinde yaşayan bir kesim, bu popüler İslam’ı, yönetici elitin Batıcı laik kimliğine bir muhalefet olarak ortaya çıkarmıştır. Bununla beraber bu popüler İslam çevrelerinden gelerek İstanbul ve Anadolu da ki büyük şehirlere yerleşen ikinci – üçüncü nesil; siyasetten ekonomiye, bürokrasiden yüksek eğitim sektörüne kadar kamusal alana katılarak

(4) a.g.e ; S.92-96
(5) a.g.e ; S.105

Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olmaya başlamıştır Laik elit tarafından “irtica” olarak algılanan bu doğal sosyolojik gelişme, Batılılaşma projesinde devre dışı bırakılan İslam’ın kamusal alanda boş bıraktığı yerlerin, tekrar doldurulmaya çalışılmasından başka bir şey olmadığı gözlemlenir.

Bugünün Türkiye’sinde İslam etrafında medya tarafından köpürtülen hararetli tartışmalar, siyaset sektörü başta olmak üzere, bürokrasi, ekonomi, adalet, eğitim ve basın sektöründen oluşan elit kesimlerin zihnindeki, Türkiye’nin geleceğine yönelik modernleşme programlarında İslam’ın hala bir yeri olmadığı izlenimini uyandırıyor. Başka bir deyişle, bu programda İslam “hesabın dışında” görünmektedir. Ancak bu programda medeni ve fikri gücünü kaybetmiş, yozlaşmış popüler İslam’ı , bertaraf etmek için İslam’ı büsbütün ihmale ve dışlamaya yönelik politika, yetmiş şu kadar yıldır süren ve taraflar orta yerinde uzlaşıncaya kadar sürecek bir ideolojik mücadelenin kapısını açmıştır. Bu mücadele sonunda da gerçekten demokratik bir Türkiye’yi görmemek için bir sebep yoktur.

Geçmişten Günümüze Türk Devletleri

Türk Devletleri 1)Teokrasi : Hz. Peygamber ve onu izleyen dört büyük halifenin uygulamaları esas alınacak olursa, İslam devletinde “din – devlet işi” ayrımının yapılmadığı görülecektir. İslamiyet de din ve devlet işlerinin otoriteye bağlı olarak birlikte yürütülmesi “tevhid” ilkesine bağlanmaktadır. Devlet ve din işlerinde, Allah’ın kitabında belirttiği emir ve yasaklara uyulması halinde Allah’ın iradesi, dolayısı ile “tevhid” gerçekleşecektir
İslam devleti din ve devlet işlerini aynı organizasyon içinde toplarken, Batıda Hristiyanlık siyasi sistemin tamamen dışında örgütlenmiştir. Batı siyasi tarihinde kilise ile devlet arasında siyasi otoriteyi ele geçirebilmek için mücadele olmuş kilisenin siyasi hayatı denetimde tuttuğu dönemlerde “teokratik devlet” anlayışından söz edilmiştir.

Batı siyasi düşüncesinde “teokrasi” Tanrının egemenliği yada tanrı adına yürütülen egemenlik demektir. Teokratik devlette yöneticiler, tanrı tarafından görevlendirildiklerini, hatta onun yeryüzündeki gölgesi ve temsilcisi olduklarını söyleyerek otoritelerini güçlendirdiler. Teokratik devlette, yöneticilerin otoriteleri ilahi nitelikli ve sınırsızdır; Tanrıdan başka kimseye karşı sorumlulukları yoktur.(1)

İslamiyet öncesi Türk devletlerinde hakimiyet anlayışında “kut” mühim rol oynar. Kağan ünvanını yalnızca Tanrının göndermiş olduğu soy taşıyabilir. Han soyunun kutsal bir menşei vardır.(2) Kısacası Türklerde hükümranlığın karakteri “ilahi vazife” anlayışından dolayı “karizmatik” iktidar olarak kabul edilmiştir. Fakat oradaki şu mühim farklara dikkat edilmelidir : Karizmatik hakimiyete bağlı topluluklar umumiyetle dini cemiyetler olduğu halde ; Türk siyasi birlikleri dini vasıf taşımaz peygamberler veya veliler tarafından idare edilen Türk devleti yoktur. Ayrıca Türk hükümdarı insan-üstü varlık da sayılmamaktadır. Hem kendisi hem de halk onun normal bir insan olduğunun farkındadır.(3)

İslam devletinin teokratikliğine gelince : Eğer teokrasi ile Allah’ın peygamberleri aracılığı ile gönderdiği hükümlerin , Hz. Peygamberler ile ondan sonra gelen halife ve hükümdarlar tarafından devlet yönetimine uygulaması kastediliyorsa, bu anlamda İslam devletinin teokrasi olduğu söylenebilir. Yok eğer teokrasi ile, bir grup din adamının tartışılmaz egemenliği kastediliyorsa, İslamiyet de ruhban sınıfı bulunmadığından, İslam devletinin teokratik olduğu söylenemez. Halife, Papa ve Kardinaller gibi yanılmazlığı kabul edilen ilahi bir kişilik değildir. İslamiyet Allah’ dan başka ilah ve ilahi kişilik kabul etmez.

Abbasilerin son yıllarında önce Büveyhiler, sonra da Selçuklular siyasi otoriteyi ele geçirerek, hilafet makamını bir kısım dini törenleri yerine getiren bir tür ruhbanlığa dönüştürdüler. Bu yeni durum ile dini otorite ile siyasi otorite birbirinden ayrılmakla kalmayıp, siyasi otoriteyi temsil eden hükümdar aynı zamanda dini iktidarı da kontrolüne almış oluyordu. Sultanlar hem dini hem de siyasi otoriteyi ellerinde toplayarak Müslümanların manevi kişilik olarak saygı duydukları halifeyi memur statüsüne düşürmüşlerdi.

(1) Şükrü Karatepe ; “Devlet Yönetimi”, Osmanlı Dünyayı Nasıl Yönetti ; S.73-74
(2) Halil İnancık ; “Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telakkisiyle İlgisi” ; S.B.5.D., S.74-75
(3) İbrahim Kafesoğlu ; Türk Milli Kültürü ; S.256
Osmanlı toplumunda egemen kitlenin dini olan İslamiyet’e devlet de bağlıdır. Gaza ideali çerçevesinde ilk kuruluş ve ilk örgütlenme döneminde çok etkili olan İslamiyet, hukuk sisteminin en önemli temellerinden birini oluşturmaktadır. Osmanlı hükümdarları, İslam hukukunu ülkelerinde uygulamak için titizlik gösterseler de müçtehid olmadıklarından günün ihtiyaçlarına göre İslam Hukuku’nu yorumlayamıyorlardı. Bu nedenle devlet işlerinin, en azından , en azından kamusal düzenleme ve faaliyetlerin şeriata uygunluğunu sormak üzere bir yüksek fetva makamı olarak şeyh-ül İslamlığı ihdas ettiler. Şeyh-ül İslamlar kural olarak, vezir-i azam tarafından atanır, ve görevden alınırdı. Böylece siyasi otorite, dini otoriteden daha üstün tutulmuştu. Ancak vezir-i azam’ ın azlinde veya tatilinde şeyh-ül İslamın fetvası alınarak da durum eşitlenmeye çalışılmıştır.

Klasik Osmanlı siyasi-idare sisteminde, ilmiye örgütünün başında bulunan şeyh-ül İslam ve örgüte bağlı kadı, müftü ve müderresler devletin maaşlı memuru idiler. Batıdaki kilise örneğinde olduğu gibi, ilmiye sınıfı siyasi iktidarın karşısında devleti yönetmeye talip alternatif bir güç niteliği kazanamadı. Siyasi iktidar her zaman dini otoritenin üzerinde, onun statüsünü tayin eden ve gerektiğinde ondan yararlanan konumunu sonuna kadar korudu. Klasik Osmanlı siyasi düzeninde din adamlarının hiçbir şekilde siyasi otoriteye egemen olmaları söz konusu değildir. Osmanlı devletinde siyasi iktidarla dini otoriteler arasındaki bu ilişki, Batı toplumlarındakinden çok farklı olduğu için bunu “laiklik” yada “teokrasi” gibi batılı kavramlarla izah etmek güçtür.

Osmanlı siyasi rejimi sadece dini gruplara tolerans tanıdığı için “laik” sayılamaz. Kamu bürokrasisi içinde din hizmeti yürüten örgütlenmelere yer vermesine rağmen; devletten bağımsız, siyasi iktidarı denetimi altında tutam bir ruhban sınıfı olmadığı için de “teokratik devlet” olarak tanımlanamaz. Fakat mutlaka batılı bir kavramla ifade edilmesi gerekiyorsa, din-devlet ilişkisi esas alınarak Osmanlı devletinin bir “yarı-teokrasi” olduğunu söyleyebiliriz.”(4)

2) Sosyallik :

Hiçbir zaman bir kişinin, ailenin veya bir zümrenin olmayan Türk devleti sosyla bir niteliğe sahiptir. Eski Türk devletlerinde hakan tarafından verilen “şölen” ziyafetlerine herkes katılırdı. Her yıl borçluların borçları ödenir, çıplaklar giydirilir, bey malları yağma edilirdi ki ülkede ne çok fakir ne de çok zengin bir tabaka oluşmazdı. İslam devletlerinde de sosyal dayanışma esastır. İslamiyet çalışmayı, helal kazanmayı, kazancı paylaşmayı, zekât ve sadaka vermeyi emreder. Kimseyi kimseye üstün tutmaz. Bu ilkeler Türk devletlerinin sosyallik özelliğine daha da kristalize etmiştir.

Devrin imkanlarına göre ülke tüm halkın kullanıp faydalanacağı yollar, köprüler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, vakıflar ile imar edilmiştir. Hükümdarlar her daim kendi tebalarını ve mazlum durumdaki tüm insanların haklarını korumuşlardır.(5) Toplumun her kesimi iyi organize olmuştur. Cemaatleşme fikri günlük yaşamda halk arasında var olduğu gibi iş hayatında da sıkı kaidelere bağlı “loncalar” bulunmaktaydı. Toprağın büyük çoğunluğunun mülkiyetinde ve memur-askerlerin denetiminde bulunması köylülerin sömürülmesini engellemiştir.

(4) Şükrü Karatepe ; a.g.e., S.77-86
(5) Niyazi ; a.g.e., S.196-200
Mustafa Kemal de gerek ulusal Kurtuluş savaşı sırasında gerekse devrim sonrasında ülkede aristokratik, ayrıcalıklı bir sınıf oluşmaması için “halkçılık” fikrini benimsemiş ve uygulamıştır.(6)

3) Adalet :

Türk devletlerinin ilk dönemlerden itibaren hükümdarlara yüklediği en önemli görevlerden biri iyi yasalar koymak, bu yasaları adaletle uygulamaktır. Çünkü toplum refahı adil bir düzen ile sağlanır. Türk toplumu da bu düzen için elverişlidir ; zira sınıf veya kast esasına dayanmaz. Adalet kavramı eşitliği özünde taşır. Sanık veya davacının sultan veya aciz bir kişi olması sonucu değiştirmez. Osmanlı padişahları, kendilerinin ilahi adalet ve düzenin temsilcileri olduklarını bilirlerdi. Bu nedenle adalet konusunda çok hassas davranırlardı.(7)

4) Liyakat :

Türklerde eski dönemlerden itibaren devlet hayatında liyakat önemli bir kavramdır.Tahta çıkacak kağan’ın bilge, akıllı, cesur, kahraman ve yüksek ahlâki değerlere sahip bir kişi olması gerekir. Hükümdar Kut’a sahip olmakla beraber, onun icabına göre hareket etmeli, liyakat göstermesi gereklidir. İslamiyet’ de doğuştan kimseye sıfat, unvan, imtiyaz, istisnai bir şeref hakkı verilmez, toplumda ancak hizmet ve liyakatle mevki, sıfat elde edilir. Türk İslam devletlerinde, yüksek kademelere genellikle medrese çıkışlı değişik mevkilerde liyakat’ ını ispat etmiş elemanlar getirilirdi. Osmanlıda da liyakatını ispat eden herkes, mevki, menşei ne olursa olsun, paşalığa, vezirliğe hatta sadrazamlığa yükselebilirdi.(8) Tarihte kurulmuş Türk devletlerinin burada izah ettiğimiz başlıkların yanında “hukukun üstünlüğü” gelenek, sınıfsızlık” gibi özellikleri de vardır.

İç Anadolu Bölgesi

İç Anadolu Bölgesi corafi: Ağaçlarla bezeli ve volkanik tepelerle dolu kıraç orta Anadolu platosu Türkiye’nin kalbini oluşturur. Kavak sıraları ile belirlenmiş buğday tarlaları ile kaplı bu step ortamının apayrı bir büyüsü vardır. Bu plato insan uygarlıklarının beşiği olmuştur. Çatal höyük’te İsa’dan önce 8. bin yıla uzanan kalıntılar günışığına çıkarılmıştır. Pek çok insana yurtluk etmiş, doğu ile batı arasında savaş alanı olmuş orta Anadolu’da Hattiler, Hititler, Frigyalılar, Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar hükümranlık için çarpışmış ve üstünlük sağlamıştır. 11. yüzyılda göçebe Türkler doğudan gelerek platoyu ele geçirmişlerdir. Renkli tarihi boyunca orta Anadolu Büyük İskender’den Timurlenk’e kadar çok çeşitli hükümdarların egemenliğini yaşamıştır. İnsan yerleşiminin başladığını yaklaşık on bin yıl öncesinden bu yana, bölge insanı çevredeki doğanın çarpıcı niteliklerini sanatına yansıtmıştır. Çatal höyük’ deki resimlerden Selçuk mimarisinin keskin hatlarına, ve en yakın zamanlarda, Anıtkabir’deki etkileyici modern formlara.

Bölümleri: Konya Bölümü(Konya, Aksaray, Karaman), Yukarı Sakarya Bölümü(Eskişehir, Ankara), Orta Kızılırmak Bölümü(Çankırı, Kırıkkale, Yozgat, Kırşehir, Nevşehir, Kayseri),
Yukarı Kızılırmak Bölümü Sivas)
Dağları:Akdağlar, Tecer dağları, Hınzır dağları, Yıldız dağları, Sündiken dağları, Elmadağ
Sönmüş Volkanik Dağları:Karadağ, Karacadağ, Hasandağ, Melendiz, Erciyes dağı
Akarsuları:Kızılırmak, Sakarya, Porsuk çayı ve Delice çayıdır.
Barajları:Kızılırmak üzerinde(Hirfanlı, Kesikköprü), Sakarya üzerinde(Sarıyar, Gökçekaya)
Gölleri:Tuz gölü, Akşehir, Eber, Ilgın, Tuzla, Mogan
Ovaları:Konya, Ankara, Eskişehir, Çubuk
Platoları: (PLATO:Yüksek düzlüklere denir.) — Haymana platosu, Cihanbeyli platosu, Obruk platosu, Bozok platosu, Uzunyayla platoları vardır.
İklim ve Bitki Örtüsü:Bölgenin kenar kesimleri dağlarla çevrili olduğu için denizlerin ılımanlaştırıcı etkisi bu bölgemize girememiştir.Karasal iklim etkilidir.Yazlar sıcak ve kurak kışlar soğuk ve kar yağışlıdır.Bitki örtüsü bozkırlardır.
Madenleri Lületaşı-Eskişehir-Not:Türkiye ve Dünyada 1.sıradadır.), Wolfram-Kırıkkale, Niğde, Krom:Eskişehir, Kayseri, Sivas, Linyit:Sivas Tuz:Tuz gölü

İÇ ANADOLU BÖLGESİ’NİN GENEL ÖZELLİKLERi

••Yüzölçümü olarak Doğu Anadolu’dan sonra 2.büyük bölgemizdir.
••Türkiye’nin başkenti Ankara buradadır.
••Türkiye’nin 2. Büyük gölü Tuz gölü buradadır.
••Türkiye’nin en büyük ovası Konya ovası buradadır.
••Ova ve platoların en geniş yer kapladığı bölgemizdir.
••Türkiye’de en az yağış alan yer Tuz gölü ve çevresi bu bölgemizdedir.
••Karadağ, Karacadağ, Hasan dağı, Melendiz dağı, Erciyes dağı sönmüş volkanik dağlarıdır.
••Türkiye’nin tahıl ambarı İç Anadolu’dur.Tahıl(Buğday, Arpa, Yulaf, Çavdar)
••Patates, Armut, Şeker Pancarı, Elma, Tahıl üretiminde 1.sıradadır.(P.A.Ş.E.T)
••Ortalama yüksekliği 1000 metredir.
••Tek uçak fabrikamız Eskişehir’dedir.
••Türkiye’nin en büyük akarsuyu Kızılırmak nehrinin büyük bölümü bu bölgemizde akarak yay çizer.
••Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanır.
••En fazla küçükbaş hayvancılığın yapıldığı bölgemizdir.
••Koyunların 1/3’ü , Tiftik keçisinin 3/4’ü bu bölgemizde yetiştirilir.Tiftik keçisine Ankara keçisi de denir.
••Kırıkkale’de Orta Anadolu Petrol Rafinerisi vardır.
••Turistik Yerleri:Konya’da; Mevlana müzesi, Karatay Medresesi, Konya kalesi, Akşehir’deki;
Nasrettin Hoca Türbesi, Ankara’da;Anıtkabir, Çankaya Atatürk Köşkü, Etnoğrafya ve Anadolu Medeniyetleri Müzeleri, tarihi Gordion (Polatlı) şehri kalıntıları, Ürgüp ve Nevşehir yakınlarındaki Peri Bacaları , Derin Kuyu , Ihlara Vadisi, Sivas’ta ise Osmanlı ve Selçuklulardan kalma tarihi eserler vardır