Bugünkü Türk Devletinin Sistemi

Türk Devletinin Sistemi: 1) Demokrasi
Türkiye de demokrasiye ilk geçiş aşaması, padişahın otoritesini kısıtlaması bakımından Sened-i ittifak sayılabilir. 1839 Tanzimat Fermanı, kişi hak ve özgürlüklerini güvence altına almıştır. 1856’da yayımlanan ıslahat fermanı ile de tüm Osmanlı uyruklarının devlet memuru olabilmesi kabul edildi. 1908’de II. Meşrutiyet ile meclis yeniden toplandı. Bütün bu aşamalar monarşik yapıyı zayıflatmış, meşruti yönetimi sağlamıştı. Mustafa Kemal, 1923 Ekiminde Türkiye Cumhuriyetini ilan ettikten sonra, 1924 Anayasası’nda meclisin üstünlüğü ilkesi yinelendi. Ancak kişi hak ve özgürlüklerinin meclise karşı korunması, henüz söz konusu değildi. 1945’e kadar süren dönemde bir-iki girişim dışında tek parti düzeninde demokrasi gelişemedi. İkinci dünya savaşını kazanan batı demokrasileri yanında yer almak isteyen Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, 1945’de çok partili sisteme geçileceğini açıkladı. 1946-50 döneminde demokrasiye geçiş hızlandı. 1950’de yapılan seçimler sonunda demokratik bir şekilde hükümet el değiştirdi. Ancak 27 mayıs 1960’da ordunun müdahalesi ile ara rejim başladı. 1961’de yeni anayasa hazırlandı. Temel hak ve özgürlüklere daha geniş yer verilmiştir. 1961’de yapılan seçimlerle de koalisyon hükümetleri

(6) Taner Timur ; Türk Devrimi ve Sonrası ; S.256-257
(7) Niyazi ; a.g.e., S.213-220
(8) Niyazi ; a.g.e., S.239-244
kuruldu ve 1961-1965 arası demokratik olarak ılımlı bir dönem oldu. Ancak 1965’den sonra siyasal gelişmeler yaşandı, öğrenci hareketleri ivme kazandı. 21 Mart 1971’de Silahlı kuvvetlerden hükümete muhtıra geldi. Hükümet istifa etti. Bu sıkıntılı günlerin ardından 12 Eylül 1980’de askeri müdahale gerçekleşti. Bütün yurtta sıkı yönetim ilan edildi. Bu siyasal gerginlik 1983 seçimlerine kadar sürdü. Seçimlerin ardından demokratikleşme süreci yeniden başladı.(1) Bugünün Türkiye’sinde yönetici xxx başka, halk da gerek eğitim gerek radyo-televizyon ve basılı yayın sayesinde özgürlüğe, hür düşünceye, demokratik bir siyasal yaşama karşı çok daha bilinçli yaklaşmaktadır. Bu yaklaşım ve gösterilen çabanın Türkiye deki demokratikleşme sürecinde önemli bir payı olacaktır.
Çağdaşlık :

Ulus egemenliğine dayanan laik bir cumhuriyet öngörüsü ile yola çıkan Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğunun dinsel ve geleneksel yönetim tarzının devleti zayıflattığını, üretmekten çok tükettiğini ve insanların atılım yapmasını engellediğini görerek, Batılıların vaktiyle gerçekleştirmiş oldukları zihinsel değişimin benimsenmesinin Türk ulusunu çağdaş uygarlık düzeyine taşıyacağını düşünmüştür. Türkiye Cumhuriyeti, batı toplumlarını örnek alarak ; batılılaşmayı, toplumsal dönüşümü gerçekleştirme hedefi olarak belirlemişledir. Batılılaşmak, Rönesans ve aydınlanma dönemlerinde “yeniden insana dönmek” fikri çerçevesinde oluşturulmuş olan batı zihniyetine sahip olmak anlamına gelmektedir. Bu zihniyet, ilerlemenin, gelişmenin ve yenileşmenin itici gücünü oluşturmaktadır.(2)

Türk kurtuluş hareketinin birinci amacı bağımsız ulusal Türk devletinin kurulması, bundan sonra gelen en önemli amaç ise çağdaşlaşmadır. Atatürkçülük de , bağımsız milli devleti, milli egemenliği, kişi özgürlüğünü, her çağda çağdaş olmayı amaçlar. Türk kurtuluş hareketinin çağdaşlaşma aşaması , ulusal egemenliğin gerçekleşmesini de sağlayan birçok atılımı kapsar. Bu hareket, bütünü ile bir Türk uyanışı ve yenilenmesidir. Türk devrimini oluşturan bağımsız ulusal devletin kurulması ve çağdaşlaşma diğer birçok ulusa örnek olmuş ve evrensel nitelik kazanmıştır.(3)
Laiklik :

“Dini inancın insanlar yalnızca vicdani bir sorun olarak ele alınması ve dinin hiçbir şekilde devlet işlerine karıştırılmaması” olarak kısaca tanımlanan laikliğin, biri “kişilerin inanç ve ibadetlerinde özgür olması” , diğeri de “din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olmak üzere iki temel özelliği bulunmaktadır. Tamamen Hristiyan batı kültürünün ürünü olan “laiklik” , kaynağını İncil deki “Sezar’ın hakkı Sezar!a, Tanrı’nın hakkı Tanrıya” hükmünden almaktadır.

(1) Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi , “demokrasi” Md., S.3006-3008
(2) Kubilay Aysevener ; “Türkiye Cumhuriyeti’nin Felsefi Temelleri” ; Doğu-Batı ; S.109
(3) Suat İlhan ; Türk Çağdaşlaşması ; S.7-8
Hristiyanlık inancına göre ideal olan, devlet ile kilisenin birbirine müdahale etmemesidir. Ne var ki, Roma İmparatorluğunun yıkılmasından sonra ortaya çıkan otorite boşluğundan yararlanan kilise, ekonomik yönden güçlenerek devlet işlerine el atmış ve siyasi otoriteyi tamamen kontrolüne almıştır. Batı ülkelerinde Rönesans ve Reformdan sonra, kilisenin dünyevi iktidarının sınırlanmasına ve devlet üzerindeki baskılarının azalmasına bağlı olarak , kişilere daha geniş inanç ve ibadet özgürlükleri sağlanmış ve “laiklik” gerçekleşmiştir.(1)

Birinci Dünya savaşı ile bağımsızlığını yitiren ve nihayet Osmanlı devletinden sonra Anadolu’da başlayan direniş hareketi ve İstiklal Savaşının hemen arkasından Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu. Bu yeni devlet, batılılaşma yönünde kesin bir tercih yaptı Osmanlı İmparatorluğunda uzun asırlar boyu siyasal, toplumsal ve kültürel alanlarda hakimiyetini sürdüren İslam’ı, bu sektörlerin dışına çıkararak, Fransız usülu laik bir düzeni amaçladı. Geleneksel İslam-i kimliğine hala sadık kalan halkın büyük çoğunluğunun zoraki kabullendiği, dolayısıyla soğuk baktığı bu yeni kimlik, Ordu ve basın başta olmak üzere, bürokratik, akademik, ekonomik, siyasal ve entelektüel çevrelerden oluşan elit kesim tarafından hararetle benimsendi.

İslam’dan laik milliyetçi kimliğe dönüşümü belirleyen İnkılâplar adım adım ama oldukça kısa sürede yürürlülüğe konuldu. Saltanat ve hilafet 1922 ve 1924’de iki sene arayla kaldırıldı. İlk Teşkilat-ı Esasiye kanununda devletin resmi dini olarak kayda geçen İslam daha sonra bu kayıttan çıkarılarak resmiyetten düşürüldü. Tevhid-i tedrisat kanunu ile medreseler kapatılarak İslam, geleneksel eğitim kurumlarından yoksun bırakıldı. İslam’ın yüzlerce yıllık gelir kaynağı olan vakıflar, siyasal iktidarın kontrolüne alınarak, toplumsal alanda kurumlaşmanın önüne geçilmiştir. 1924’de Diyanet İşleri Bakanlığının temelleri kurularak ; İslam, devletin kontrol ve takibine alındı. 1925 yılında da tekke ve zaviyeler kapatıldı.

Böylece, tarihte hiçbir İslam devletinde olmadığı kadar İslam’ı bir ideoloji haline getirmiş, başka bir ifadeyle İslam ile adeta özdeşleşmiş Osmanlı devleti, Anadolu topraklarına çekilerek, İslam’ın yerine, milliyetçi radikal bir laisizm temelinde batılılaşma tutkusunu hayatını olmazsa olmaz ideolojisi yapmış milli bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşmüş oluyordu.(2)

Genelde Cumhuriyet dönemi Türk bilim ve düşüncesi özelde Türk tarihçiliği, “İslam problemini” genellikle İmparatorluktan milli devlete geçişte ideolojik değişimin yarattığı sarsıntının bulaşıklarından arınmış ciddi bir yaklaşımla ele alıp incelemediği gibi , bunun için bir alt yapıda hazırlamadı. Büyük çoğunluğuyla Müslüman kimliğini taşıyan ve taşıyacak olan Türkiye de bu konuya olan ilgisizliğin yol açtığı bilgisizlik siyasi hayatta olduğu kadar, bilimsel ve entelektüel hayatta da büyük boşluklar ve gerginlikler yaratmıştır.(3)

(1) Karatepe ; a.g.e., S.75-76
(2) A.Yaşar Ocak ; Türkle Türkiye ve İslam ; S.107-108
(3) a.g.e., S.24
1979 İran İslam ihtilâli, Türkiye’de bütün dikkatlerin yeniden İslam’a çevrilmesine sebep oldu. Bu yoğunlaşma iki farklı sonuç ortaya çıkardı : Bir tarafta Batıdaki oryantalist yayınlara dayanarak, İslam’ın kendi kaynaklarından çok yozlaşmış ve gelenekselleşmiş halk İslam’ını gözlemleyerek İslam aleyhtarlığı yapan bir aydın kesim oluştu. Diğer tarafta İslam’ı yeniden anlayıp keşfetmeye ve bu yolla kendi kimliğini ortaya koymaya çalışan Müslüman aydın kesim ortaya çıktı. Bu dönemden önce, 1950’lere kadar olan devre basının da yardımıyla, her alanda İslam-i düşüncenin ve yaşantının devletin sıkı takip ve hatta zaman zaman müdahalesine maruz kalmasıyla karakterize edilebilir.

1960 yıllarda yabancı okullarda okumuş, üniversite eğitimi almış entelektüel kesime Marksist aydınlar da katılarak İslam’a karşı mücadele etmeye başladılar. Nihayet 1980’li yıllara gelindiğinde de “İslam-i rejim” kavramı ön plana çıkarak bütün dünyada merak uyandırdı. Bu siyasal boyut yalnız Türkiye’de değil, bütün İslam ülkelerinde öne çıkmış ve İslamcı aydınlar içinde, bu konularla uğraşan batılı araştırmacıların literatüründe ortak bir terim olan “fundamentalist” yahut, “radikal İslamcı” terimiyle nitelendirilen yeni bir grup oluşmuştur.

Ancak , “İslam-i rejim” gibi tarihte ve bugün birbirinden çok farklı nitelikler gösteren izafi ve kaypak, son derece teorik bir meselenin bu suretle ağırlıklı olarak gündeme sokulması öncelikli olarak üzerinde durulması gereken, İslam’ın sosyal, bilimsel, fikri ve kültürel muhtevasıyla alakalı devasa meselelerin geri plana itilmesi gibi büyük bir yanlışın kapısını açtı.”(4)

Sonuçta bugünün Türkiye’si, ardan geçen 75 yıla rağmen, Doğulu ve İslamcı kimliğinden kurtulup Batılı bir kimlik kazanmış, gelişmiş bir ülke olmadığı gibi, tam anlamıyla Doğulu bir ülke olarak da kalmamıştır. Türkiye’de toplum açıktan açığa ve giderek sanki keskinleşen bir çizgiyle laikler- Müslümanlar veya Atatürkçüler – Şeriatçılar diye ikiye bölünmüş görüntüsünü vermektedir. Birinci kesimin sosyal tabanını merkezdeki yönetici elit ve İslamsız Batılılaşmacı ideolojisini paylaşan entellektüeller, ikinci kesimin sosyal tabanını ise periferdeki muhafazakar ve aynı zamanda çağdaşlaşmaya ama İslam ile çağdaşlaşmaya talip büyük halk çoğunluğu teşkil etmektedir. Türkiye, tarihinin çok önemli bir dönüm ve dönüşüm noktasında bulunmaktadır. Sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitlenin yaşaması hedeflenen Türkiye’de bu ikiye bölünmüşlük, çağdaşlaşma yolundaki en büyük handikap olarak önünde durmaktadır.(5)

Yetmiş beş yıllık Cumhuriyet tarihinde, Kemalist elit, siyasal iktidarın elinden gitmesini hiçbir zaman boyun eğerek karşılamamıştır. Bu yüzdendir ki, Türkiye’de sağ partilerin iktidarda olduğu zamanlarda, gerek dolaylı yollardan ordu adına “rahatsızlık” sinyallerinin verilmesi, gerekse medyanın seri halde “irtica” kampanyaları başlatması bir türlü ele geçirilemeyen iktidarı yeniden kazanma savaşıdır. İslam, Cumhuriyet ile birlikte onu besleyen kurum ve değerlerin ortadan kaldırılması ile , yerinin daha çok hurafeci bir nitelik arz eden , rafine bir üsluptan yoksun “popüler İslam’a” bırakmıştır. Bugünün Türkiye’sinde gerek taşra kasabalarında gerek büyük şehirlerin kenar mahallerinde yaşayan bir kesim, bu popüler İslam’ı, yönetici elitin Batıcı laik kimliğine bir muhalefet olarak ortaya çıkarmıştır. Bununla beraber bu popüler İslam çevrelerinden gelerek İstanbul ve Anadolu da ki büyük şehirlere yerleşen ikinci – üçüncü nesil; siyasetten ekonomiye, bürokrasiden yüksek eğitim sektörüne kadar kamusal alana katılarak

(4) a.g.e ; S.92-96
(5) a.g.e ; S.105

Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olmaya başlamıştır Laik elit tarafından “irtica” olarak algılanan bu doğal sosyolojik gelişme, Batılılaşma projesinde devre dışı bırakılan İslam’ın kamusal alanda boş bıraktığı yerlerin, tekrar doldurulmaya çalışılmasından başka bir şey olmadığı gözlemlenir.

Bugünün Türkiye’sinde İslam etrafında medya tarafından köpürtülen hararetli tartışmalar, siyaset sektörü başta olmak üzere, bürokrasi, ekonomi, adalet, eğitim ve basın sektöründen oluşan elit kesimlerin zihnindeki, Türkiye’nin geleceğine yönelik modernleşme programlarında İslam’ın hala bir yeri olmadığı izlenimini uyandırıyor. Başka bir deyişle, bu programda İslam “hesabın dışında” görünmektedir. Ancak bu programda medeni ve fikri gücünü kaybetmiş, yozlaşmış popüler İslam’ı , bertaraf etmek için İslam’ı büsbütün ihmale ve dışlamaya yönelik politika, yetmiş şu kadar yıldır süren ve taraflar orta yerinde uzlaşıncaya kadar sürecek bir ideolojik mücadelenin kapısını açmıştır. Bu mücadele sonunda da gerçekten demokratik bir Türkiye’yi görmemek için bir sebep yoktur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.