Yapısalcılık ve Diyalektik

Bu bölümde yapısalcı araştırmadan ortaya çıkan iki genel soruyu ele alacağız. Soruların listesi istenildiği ölçüde uzatılabilir, ancak günümüzün modasında, tüm felsefecilerin de üzerinde durduğu gibi, bilimlerde kullanılan yöntemlerin eskiliği modanın yeniliğine yenik düşmüştür ve belirli felsefe türlerinde bilim göz ardı edilmiştir.


Tartışacağımız iki sorundan ilki kaçınılmazdır. Araştırmacı yaratımı, tarihi ve işlevi, hatta bireyin kendi eylemini bile indirgeyerek yapılar üzerinde durursa, diyalektik düşünce modlarının temel taşları ile çatışmaya girer. Bu nedenle Levi Strauss ’ un “La Pensee sauvage” adlı eserinin son bölümünü Sartre’ ın “Critique de la raison dialectique” adlı eserinin tartışmasına ayırmış olması yararlıdır. Bu tartışmayı incelediğimizde iki tarafında, bilim alanlarında yapısalcılığın, diyalektik olarak nitelendirilmesi gereken yapısalcılıkla ilgili olduğu gibi temel bir gerçeği unutmuş olduğunu görürüz. Tarihsel gelişim üzerindeki vurgu, tersler arasındaki çakışma ve Aufhebungen (dépassements),  diyalektiğin olduğu kadar yapısalcılığın da özelliklerindendir ve bütünlük kavramı hem diyalektik düşünce şekillerinde, hem de yapısalcı düşüncede bir temel taştır.Sartre’ın çalışmalarından da anlaşılabileceği gibi, diyalektik düşüncenin temel bileşenleri yapısalcılık ve tarihsiciliktir. Daha önceki bölümde Levi-Strauss’un tarihe önemli bir rol veren kuramları eleştirisi üzerinde durmuştuk. Sartre’dan bu bağlamda ayrıca söz etmek gerekir. “Biz” kavramını diğer “bizlerden” ayrılmış ve “Ben” kavramını “ikinci güce” yükselmiş hali olarak görmesinde ve ‘ben” ve “biz” kavramlarını ele alışında bir takım sorunlar vardır.

Sartre’ ın öznel zorluklarının kaynağı varoluşçuluk evresinin kalıntılarından kaynaklanır. Diyalektiği, bilimlerde eğitilmiş değil de öğretisel olduğundan, varoluşçuluğun kalıntılarını silememiştir, çünkü bilimsel düşüncenin diyalektiği, bir antagonizmi ima eder. Levi-Strauss’ un itirazlarına rağmen Sartre’ın yapıcılığını savunabiliriz, ancak Sartre’ın yapıcılığın felsefi olduğu ve bilimden uzak olduğu düşüncesine katılamayız.

Sarte’ın bilim tanımı, olguculuktan ve olguculuğun çözümlemeci yönteminden alınmıştır. Olguculuk (sürekli, dizgesel bulanık bir resmini çizdiği) bilimden ayrı olarak felsefi bir akımdır. Ancak Meyerson’ un da değindiği gibi, en olgucu bilim adamları bile başlangıçta inandıklarının doğrultusunda hareket etmezler, deneyimin anlatımını ve çözümlemesini yaparken bu bilim adamları dogmanın gereklerinin tam tersini yaparlar. Bu insanları yetersiz özbilgiye sahip ve epistemolojik gelişimden yoksun olarak tanımlamak işin bir yüzüdür, ancak bilimsel çalışmalarını olguculuk başlığı altında toplamak ise işin başka bir yüzüdür.

Ancak bu, Levi-Strauss’un diyalektik düşünce ve bilimsel mantık arasında bulduğu bağlantının, Sartre’ınkinden daha yeterli olduğu halde, tartışmaya açık olduğunu da ortaya koyar.Bilimin gerekleri konusunda çok basit bir yaklaşım güdülmüştür ve Levi-Strauss’un diyalektik süreçlerin önemine kendisinin istediğinden daha çok yer verilmiştir. Yapısalcılık ve diyalektik arasında içsel bir sorun yoktur ancak Levi-Strauss’ un yaklaşımı durağan ve tarih dışıdır ve bu da diyalektik süreçlerin öneminin hafife alınmasına neden olmuştur.

Levi-Strauss’a göre diyalektik düşünce nedir? Eğer çalışmalarını doğru anladıysak “kurmacıdır” (“The Savage Mind” s. 246), bu bağlamda bu sözcük atılgan, köprüler inşa edip geçen, anlamına gelmektedir öte yandan çözümlemeci düşünce yalnızca anlamayı değil kontrol etmeyi de kapsar. Levi-Strauss “diyalektik düşünce çözümlemeci düşünceden farklı bir şeydir… çözümlemeci düşünceye ek bir şeydir”, (“The Savage Mind” s. 246) “çözümlemeci düşüncenin kendi kendini aşma çabasıdır” der. Eğer, çözümlemeci düşüncenin doğrulama görevini üstlendiğini ve bireşimsel düşüncenin yaratıcılığı ve gelişimciliği üstlendiğini ve bunların birbirini tamamladığını söylersek çok mu ileri gitmiş oluruz? Bu ayrımı yapmak gereklidir ve aslında iki gerekçe değil de, düşüncenin edinebileceği iki tavır veya iki (Kartezyen anlamda) “yöntem” bulunmaktadır. Kuruluşun görevini, diyalektik tavırda olduğu gibi, “sahili sürekli daha ileriye kayan kıyılar arasında bir köprü kurarak insanların bilgisizliğini giderme” (The Savage Mind” s. 246) olarak tanımlamak yetersizdir. Reddi ve onaylamayı ve bunların bireşimini (d ortaya koyan ve bununla birlikte bunları anlaşılır kılan yapıcıhğın kendisidir.

Hegel’in veya Kant’ın çalışmalarındaki bu örnek bilimde veya yapısalcılıkta önemsiz görülebilecek, yalnızca düşünsel veya soyut bir olgu değildir: Düşüncenin yanlış mutlaklardan uzaklaşmasıyla ortaya çıkan bir gelişime eşittir. Yapı bağlamında, G. Bachelard ’ın eserlerinden “La Philosophie du non”da anlatılan, sürekli ortaya çıkan tarihsel süreçlere eşittir. Temel ilkesi, tamamlanmış bir yapı verildiğinde, sözde gerekli veya can alıcı özelliklerinden birini çıkarmaktır. Örneğin klasik cebir değiştirmecidir, ancak Hamilton’dan beri değiştirmeci olmayan cebir türevleri de ortaya konmuştur. Öklid geometrisi (paralel yasasındaki gibi) “olumsuzlaştırmayla” Öklid dışı geometrileri ortaya koymuştur.

Brouwer’ın çalışmalarıyla iki değerli mantık dikkate alınmayan orta ilkesiyle, çok-değerli mantıklar ile zenginleştirilmiştir. Mantıkta ve matematikte olumsuzlukla (eksi hale getirmeyle) kuruluş ölçünlü bir yöntem haline gelmiştir. Verili bir yapının özelliklerinin dizgesel olarak “olumsuzlaştırılmasıyla” tümleyici yapıları kurgulanır, ve daha sonra yapı ve tümleyicileri daha karmaşık bir toplam yapı oluşturmak için bir araya getirilirler. Griss’in “olumsuzsuz mantığı” olumsuzluğu olumsuzlaştırmak kadar ileriye gider. Ayrıca soru, “dizge A’ nın mı B’ den önce geldiği veya B’ nin mi A’ dan önce geldiği’yse (örneğin sayılarmınmı veya asıl sayıların mı öncül olduğu gibi bir soruysa) sonuçta diyalektik dairelerin veya etkileşimlerin, öncül soncul gibi çizgisel düzenlerin yerine geçeceğine emin olabiliriz.

Fizikte ve biyolojide “olumsuzlaştırma ile kuruluş adını verdiğimiz olgunun bir benzeri bulunmaktadır. Ancak bu bağlamda bu olgu Kant’ın “gerçek karşıtlık” kavramından elde edilir. Okuyuculara, Maxwell’den beri bildiğimiz, elektrikli ve manyetik süreçler arasındaki karşılıklığı hatırlatmamıza gerek yoktur. Burada, soyut yapıların bağlamında, yapıların tamamıyla çözümlenmesi için diyalektik yaklaşımın gerekli olduğu gözlemlenir. Diyalektik, hem çözümlemeci yaklaşımdan ayrılamaz, hem de bütünleyicidir, hatta düşünceyi biçimselleştirir. Levi-Strauss’un “biraz fazlası” diye ifade ettiği yalnızca “köprüler kurabilmek” değildir. Diyalektik, defalarca, üst üste, başlangıçta kullandığımız “ağaç” çizimlerin yerine spiralleri ikame eder ve bu spiraller veya sonsuz yuvarlaklar, büyümenin özelliklerinden olan, genetik dairlere veya etkileşimlere benzerler.

Bu bizi tarih sorununa geri götürür ve Althusser ve Godelier, Marks’ in sosyolojik yorumlarında tarihe verdiği can alıcı öneme karşın, çalışmalarına yapısalcı çözümleme uygulamak istemişlerdir. Marks’ta “küresel” ve “çözümlemeci” yapısalcılık arasında bir yapısalcılık eğilimi olduğu açıktır, çünkü ”gerçek altyapıları” “ideolojik üstyapılardan” ayırır ve gerçek alt yapıları, niteliksel oldukları halde, bizi doğrudan gözlemlenebilir ilişkilere götüren kavramlarla açıklar.

Althusser, Marksizme bir epistomoloji getirmeye çalışır ve bu nedenle, haklı olarak Marks’ in çalışmalarına ait olanı Hegel’ in diyalektiğinden ayırıp, Marksizmi çağdaş yapısalcı kavramlarla yeniden kurgulamaya çalışır. Althusser e göre genç Marks’ ın Hegel in düşüncelerine katıldığı tartışılabilir. Marks daha çok Kant ve Fichte’in ortaya koyduğu sorunlardan yola çıkmıştır. Althusser’in bu noktada haklı olup olmadığını bilemeyiz. Çünkü bu, iki çok daha temel gözlemin bir bileşimidir. Birincisi Marksizm, idealizme karşıt olarak “düşünmenin üretim olduğunu” savunur. Düşünce bir kuramsal işlemdir ve bireyin çabaları ile değil de, birey ve sosyal ve tarihsel öğeleri de içeren, kişisel çevresinin etkileşimi ile ortaya konan bir ‘teorik pratik’ dir. Althusser Marks’ in ünlü sözlerini “gerçeğin bütünlüğünü” bu düşünce doğrultusunda “Gedankenconcretum” yani ”gerçek de düşünce ve hayal etmenin ürünü” olarak yorumlar.

Althusser’ in ikinci yorumunu da kabul ediyoruz, Marks’ in diyalektik çelişkisi, sonuçta karşıtların birliğine indirgenebilecek Hegel’ in çelişkilerine benzememektedir. Marks için diyalektik çelişki üst belirlemenin sonucuyken, eğer doğru yorumluyorsak, bu etkileşimlerin ayrışmazlığının gerekli bir sonucudur. Althusser, Marksist ve Hegel’ci düşüncedeki “bütünlük” kavramlarının farkına da dikkati çeker.

 

Fizikte belirli nedensellik çeşitlerinin, sosyolojik karşıtı olan bu üstbelirleme kavramı, Althusser’in bunların ve üretimin güçleri arasındaki çelişkileri veya üretim ilişkilerindeki içsel çelişkileri, yani Marksist ekonominin tüm ilkelerini, yapısını ve biçimselleştirme ilkelerini açıklamaya çalıştığı bir dönüşümsel dizgeye koymaya çalışmasının nedenidir. Althusser bi çimselleştirici çabaları yüzünden eleştirilmiştir. Ancak bu tüm ciddi yapısalcı kurama yöneltilen yersiz bir eleştiridir. Yö neltilen en temel eleştiri Althusser’in insani olan şeylere çok az yer vermesidir. Ancak bir insanın (çoğu zaman ego ile karıştırılabilen) değerleri epistemik öznenin yapıcı eylemlerinden daha az önemsenirse, bilgiyi üretim olarak nitelemek klasik Marksist geleneğine çok uygundur.

Godelier, “Systeme, structure et contradiction dans le Capital” adlı makalesindeki bir dipnotta tarihsel yapılar ve dönüşümleri üzerinde ne kadar daha fazla çalışma yapılması gerektiğini çok net bir şekilde vurgulamıştır. Sosyal yapılar(altıncı bölümde açıklandıkları şekilde – bir dizi nesne ve olası birlikte uygulamaları olan) matematiksel “sınıflarla” karşılaştırılabilirler. Verili bir sosyal yapıyla hangi işlevlerin uyumlu olup olmadığını anlamak zor bir iş değildir. Yanıtı zor olan soru şudur: Böyle yapıların bir dizgesel bütünü verildiğinde karşılıklı bağlantılarının biçimleri, bu şekilde bağlantılanmış “yapıların içinden birinin baskın olması işlevini, nasıl ortaya koyar”?

Çağdaş yapısalcı çözümleme, tarihsel ve genetik dönüşümleri araştırıp, yöntemlerini geliştirmediği sürece, bu soruya yanıt bulunamaz. Althusser’ in Marks’taki uzlaşmaz çelişkilerin çözümlemesini çok iyi toparlayan Godelier, yaratım ve gelişimlerinden daha çok yapıların araştırılmamsı vurgular ve Marks’m da bu düşünceye katıldığı için Das Kapital’in başlangıcında değer kuramına yer vererek, bu yöntemi uyguladığını söyler.

Olaya yaklaşımını şöyle açıklayabiliriz:Psikojenezde bile, yaratımm bir yapıdan başka bir yapıya geçişden başka bir şey olmadığını (bakmız bölüm oniki ve onüç) ve ikinci yapı bu geçişle açıklanırken, geçişin kendisinin dönüşümcü kavramlarla ancak iki sonucu da bilinirse açıklanabileceğini unutmayalım. Godelier’ nin vardığı sonucu belirtmek yararlı olacaktır, çünkü bu sonuç yalnızca bizim Levi Strauss’da karşı çıktığımız konuları değil, ayrıca bu çalışmanın ana fikirlerini de özetler.
Antropoloji artık tarihe karşı çıkmaz, tarih de antropolojiye karşı çıkamaz: Psikoloji ve sosyoloji, sosyoloji ve tarih arasındaki çatışma yersiz olacaktır. Bir insani bilim sonuç olarak sosyal yapıların işlemini, gelişimini ve içsel ilişkilerini. yöneten kuralları saptama olasılığı üzerine kuruludur… yani yapısalcı çözümleme yöntemi yapıların ve işlevlerinin değişkelerini ve gelişimlerini açıklayacak şekilde genelleştirilmelidir.

Bu tür bir yapısalcılık için, yapı ve işlev, yaratım ve tarih, birey ve toplum, çözümlemenin öğeleri geliştirildiğinde, ayrıştırılamaz ve böyle olduğu sürece çözümlemeci gereçlerini de aynı ölçüde geliştirir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.