Kategori arşivi: Eğitim

Paleolitik Epipaleolitik Çağ

Paleolitik Epipaleolitik Çağ Eski Taş Yontma Taş Çağı
Tarihöncesi uygarlığının gelişme sürecinde, kültürel evrelerin en uzunu ve buzul çağlarının kültürel karşılığı olan; insanlığın ilk ortaya çıkışından, MÖ yaklaşık 10.000 yıl öncesine kadar süren arkeolojik çağ. Bu çağda çaytaşı, çakmaktaşı, hayvan kemikleri ve ağaç gibi doğal maddelerden yapılan ilk aletlerin kullanılmaya başlandığı ve insanların mağara, kaya sığınağı gibi yerlerde “büyük gruplar”kalabalık aileler” biçiminde yaşadıkları bilinmektedir. Paleolitik insan, besinini avcılık ve toplayıcılık yoluyla tüketime hazır olarak sağlamakta; kendisi besin üretmemekteydi. Ateş, bu çağda bulunmuş ve çiğ yenemeyen besinleri pişirmeye, ısınmaya, yırtıcı hayvanlardan korunmaya yaramıştır. Mağara ve kaya sığınaklarının duvarlarına çizilen resimler yine bu çağın belirgin özelliklerindendir. Paleolitik Alt, Orta ve Üst olmak üzere üç alt döneme ayrılmaktadır. Epipaleolitik Çağ ise, doğayı denetimi altına almaya başlayan insanın, besi üretimine geçişinin hemen öncesinde yer alan çağdır. Anadolu ve Trakya için ise, bugüne kadar bilinen 212 Paleolitik/Epipaleolitik yerleşme arasında Yarımburgaz (İstanbul) ve Karain (Antalya) mağaraları, bu çağı en iyi yansıtan yerleşmelerdir

Entelektüeller ve Kamu Hayatına Karşı Sorumlulukları

Düşünün ki caddede aç bir çocuk gördüm ve bu çocuğa yiyecek bir şeyler ısmarlayabilecek durumdayım. Böyle yapmayı reddedersem ahlaki olarak suçlanabilir miyim? UNICEF’e göre kolaylıkla önlenebilir hastalıklardan saatte 1000 çocuk ölüyor; eğer bu çocuklar için aslında rahatlıkla yerine getirebileceğim şeyleri yapmamayı tercih edersem ahlaki olarak suçlanabilir miyim? Ya da benim kendi “özgür ve açık toplum”umun hükümetinin kolaylıkla hafifletilebilecek veya son verilebilecek canavarca suçlara bulaşmakta olduğu gerçeği karşısında susarsam? Bu soruların tartışılacak bir tarafı var mı?
Noam Chomsky ile Söyleşi

Robert Borofsky: Powers and Prospects’te “ahlaki fail olarak bir yazarın sorumluluğu, insani önem taşıyan sorunlar hakkındaki doğruları bunun için bir şeyler yapabilecek bir okuyucu kitlesine ulaştırmaya çalışmaktır.” diye yazmışsınız. Bunu genelleştirerek entelektüeller ve akademisyenler için de söyleyebilir misiniz?
Noam Chomsky: Eğer bir insan yazar ya da konuşmacı olmamayı seçiyorsa, o zaman (tanım gereği) bu insan, sizin benden alıntıladığınız şekilde “insani önem taşıyan sorunlar hakkındaki doğruları, bunun için bir şeyler yapabilecek bir okuyucu kitlesine ulaştırmak” yönünde bir çabaya girmiyor, belki sadece kendi yakın çevresiyle yetiniyor demektir. Bu insana “entelektüel” denilip denilmemesi gerektiği, konuyu bir terminoloji sorununa indirgemek gibi geliyor. Akademisyenlere gelince ben, ahlaki fail olarak onların sorumluluklarının neden diğerlerinden – özellikle de bir ölçüde ayrıcalık ve güce, dolayısıyla da bu avantajların getirdiği sorumluluklara sahip olanlardan – prensipte farklı olması gerektiğini anlamıyorum.
RB: Uzun zaman önce (1967’de), New York Review of Books’ta, “doğruları söylemek ve yalanları açığa çıkarmak entelektüellerin sorumluluğudur” diye belirttiniz. Bununla Foucault’nun “iktidara karşı doğruları konuşmak” şeklindeki popüler ifadesine paralel bir yorumda mı bulunuyorsunuz yoksa daha kapsamlı bir şeylere mi gönderme yapıyorsunuz?
NC: NYRB’den alınan cümlenin, bu kısaltılmış haliyle anlaşılması oldukça güç. Daha uygun bir ifade sizin Powers and Prospects’ten aldığınız. Bu ifadeyi, Avustralya’da 1996 yılında “yazarların ve entelektüellerin sorumlulukları” hakkında konuşmak üzere davet edildiğim bir yazarlar konferansında kullanmıştım. Aslında bu soruyu “şaşırtıcı” bulduğumu söylemiştim, çünkü bunun hakkında su götürmez gerçeklerin ötesinde söyleyecek bir şey bilmiyorum. Fakat belki de bunlar tekrar tekrar ifade etmeye değer ilkeler, çünkü “genel olarak kelimelerle olmasa bile pratikte sürekli inkar ediliyorlar.” Bu nedenle son derece önemli ve yerinde bulduğum bir dizi örnek vermiştim.
O konuşmada ayrıca “iktidara karşı doğruları konuşmak” çağrısı hakkında da bazı yorumlarda bulunmuştum, bunları belki burada tekrarlayabilirim:
İktidara karşı doğruları konuşmak pek o kadar da onurlu bir iş değil. Kişi bu doğruları dert edinecek bir dinleyici kitlesi arayıp bulmalı ve dahası (diğer bir önemli nitelik), bunu bir dinleyici kitlesi olarak değil, ortak kaygılar taşıyan ve kendisinin de yapıcı bir biçimde katılabileceği bir topluluk olarak görmeli. ONLARA değil, ONLARLA BİRLİKTE konuşmalıyız. Her iyi öğretmenin alışkanlığı bu yöndedir ve her yazar ve entelektüel için de böyle olmalıdır. Yine de, bu gözlemlerin şaşırtıcı ya da derin izlenimler olduğunu söylemiyorum. Bana daha çok, en su götürmez doğrularmış gibi geliyor. Foucault’nun “iktidara karşı doğruları konuşmak” sözünü kullandığını bilmiyordum. Bunun eski bir Kuveykır [1] sözü olduğunu sanıyordum. En azından benim çocukluğumdan beri içinde durduğum bağlam bu. Aslında orijinal kaynağını hatırlamıyorum. Demin sözünü ettiğim Avustralya konuşmamda açıkladığım nedenlerden ötürü bu sloganla tam olarak aynı fikirde değilim.
RB: Yine Powers and Prospects’te, özgür ve açık toplumlarda büyük ahlaki suçları görmezden gelenlerin – özellikle de “etkili bir şekilde konuşmak ve hareket etmek için kaynakları, eğitimleri ve imkanları olan” entelektüellerin – ahlaki ayıpları hakkında yazmışsınız. Bunun hakkında biraz konuşabilir misiniz? Özgür ve açık toplumlarda -akademinin içinde ve dışında – entelektüellerin sorumlulukları sizce nelerdir?
NC: Yine, ahlaki doğruluğun ötesinde söyleyecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Düşünün ki caddede aç bir çocuk gördüm ve bu çocuğa yiyecek bir şeyler ısmarlayabilecek durumdayım. Böyle yapmayı reddedersem ahlaki olarak suçlanabilir miyim? UNICEF’e göre kolaylıkla önlenebilir hastalıklardan saatte 1000 çocuk ölüyor; eğer bu çocuklar için aslında rahatlıkla yerine getirebileceğim şeyleri yapmamayı tercih edersem ahlaki olarak suçlanabilir miyim? Ya da benim kendi “özgür ve açık toplum”umun hükümetinin kolaylıkla hafifletilebilecek veya son verilebilecek canavarca suçlara bulaşmakta olduğu gerçeği karşısında susarsam? Bu soruların tartışılacak bir tarafı var mı? Alıntı yaptığınız ifade bundan fazlasını içermiyor.
Ayrıca insanların “etkili bir şekilde konuşup hareket edebilecek kaynaklara, eğitime, araçlara ve imkanlara sahip oldukları ölçüde” ahlaki sorumluluklarının da daha fazla olacağı su götürmez. Aslında bunun akademiyle özel bir ilgisi yok, akademi içinde yer alanların bu saydığımız özellikler itibariyle hiç görülmemiş derecede ayrıcalıklı oldukları gerçeği dışında. Daha özgür ve açık bir toplumda yaşayan insanın sorumlulukları, yine açıktır ki, doğruluk ve dürüstlük için bedel ödemek zorunda olanlardan çok daha fazladır. Sovyet Rusya’daki hükümet komiserleri, iktidara boyun eğdiklerinde en azından korkuyu mazeret olarak gösterebiliyorlardı. Onların daha özgür ve açık toplumlarda yaşayan benzerleri ise korkaklıktan başka bir neden gösteremezler.
SAİD’İN ENTELEKTÜELLERLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ İLE BAĞLANTI
RB: Representations of the Intellectual makalesinde Edward Said şöyle yazar: Entelektüel, toplumda … kimliği belirsiz bir profesyonele … indirgenemeyecek kadar özel bir kamusal rolü olan bireydir … entelektüel … bir felsefeyi ya da bir düşünceyi halk için açık seçik dile getirebilecek bir güce sahiptir. Ve bu rolün gerektirdiği bazı şeyler vardır, can sıkıcı kimi soruları kamusal olarak tartışmaya açmak, ortodoksiye karşı koymak … hükümetlerin kolaylıkla kafalayamayacağı bir insan olmak … hasır altına süpürülen tüm mesele ve insanların temsiliyetini bir varoluş nedeni olarak üstlenmek. Said’e katılıyor musunuz?
NC: Edward Said kendi tanımladığı anlamda “entelektüel”in çok onurlu bir temsilcisi. Bu, onun bu terimin nasıl kullanılacağına dair kendi önerisi. Bu, onun da onaylayacağı gibi, tabii ki “entelektüel”in standart kullanımını tarif etmiyor. İnsan terminolojik bir öneriyle, öneri açık bir şekilde sadece terminolojik olmadığı sürece, ne hemfikir olabilir ne de onu reddedebilir. “Entelektüel” teriminin yaygın kullanımına uyanların Said’in buyurduğu şekilde mi hareket etmeleri gerektiği başka bir soru. Söylemeye bile gerek yok, entelektüellerin bunları yapmaları gerektiği fakat genel olarak yapmadıkları konusunda onunla hemfikirim.
Entelektüeller (Terimin standart anlamıyla, Said’in buyurduğu anlamda değil.) tarihi yazan insanlardır. Eğer yazarlar ve tarihin nezaretçileri çekici bir imajla karşımıza çıkacak olurlarsa, bunun ötesine bakmak ve çizilen imajın uygun olup olmadığını sınamak makul olacaktır. Sanırım böyle bir araştırma oldukça farklı bir tabloyu açığa çıkaracaktır; yani, saygın ve ayrıcalıklı entelektüellerin pek çoğunun iktidara boyun eğdiklerini ortaya çıkaracaktır.
Resmi düşmanlar için kullanılan terimlerle ifade edecek olursak, kendi toplumlarında ayrıcalık sahibi olup saygı görenler muhalifler değil “komiserler” ve “aparatçiklerdir”[2] . Bu gözlem korkarım ki kapsayıcı bir genelleme içeriyor. Buna tarafsızca bakabilmek için Batı uygarlığına yeterince uzak bir tarihe dönelim ve Birinci Dünya Savaşı sırasında neler olup bittiğini soralım. Almanya’da, İngiltere’de, Birleşik Devletler’de saygı duyulan entelektüellerin tipik davranışı neydi? Her iki yakada da savaşın soyluluğunu halkın karşısında sorgulayanlara ne oldu? Cevapların pek farklı olacağını düşünmüyorum.
RB: Said, Antonio Gramsci’yi bir entelektüel modeli olarak gösteriyor. Siz bugün kimleri entelektüel model olarak görüyorsunuz?
NC: Benim en etkileyici bulduğum insanlar, genellikle kendi çağlarında tanınmamış ve tarih içinde unutulmuş olanlardır. Eylemlerini ve sözlerini takdir ettiğim ve saygı duyduğum insanlar var. Bunların bazıları “entelektüel” olarak adlandırılıyor, bazılarıysa adlandırılmıyor.
Tercihen “İNSANLARI” değil eylemleri, düşünceleri, ilkeleri model almamız gerektiğini düşünüyorum. Hayatının tüm alanlarında, entelektüel veya değil, “model insan” olarak davranan birini hiç duymadım; bunun neden önemsenmesi gerektiğini de anlamıyorum. Sonuçta idollere tapmıyoruz.
Gramsci meselesinde, Faşist hükümet [3] onun Said’in tanımladığı şekilde bir “model entelektüel” olduğuna hemfikirdi. Bu yüzden, kendi sözleriyle, “bu beynin çalışmasını yirmi yıl boyunca durdurmaya” karar verdiler. Gramsci’nin söyledikleri ve yaptıkları, onların bu değerlendirmelerinin nedenini açıklıyor; buna rağmen “model entelektüel” terimini onun için ya da başkaları için kullanmaktan kaçınmalıyız.
MEDYANIN RIZA İMALATINA MEYDAN OKUMAK
RB: Demokratik toplumlarda hükümetler eylemlerini vatandaşlarından saklamaya daha fazla ihtiyaç duydukları için, propagandanın bu toplumlarda totaliter olanlardan daha yaygın olduğunu belirttiniz. Manufacturing Consent’te medyanın egemen toplumsal grupların gündemini tesis ettiğini ve savunduğunu kanıtlamaya çalıştınız. Demokrasilerdeki bu baskıyı yıkmak için bir umut var mı? Gerçekçi olarak ne yapılabileceğini düşünüyorsunuz?
NC: Demokrasinin ortadan kaldırılmasına cevap, daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, daha çok adalettir. Tarih, bu alanları genişletmek için verilen sonsuz sayıda ilham verici mücadeleyi, öte yandan acılı geri dönüşleri ve başarısızlıkları kaydeder. Gerçekçi olarak neyin yapılabileceği tarihsel zamana bağlıdır. Bu failler için de geçerlidir.
Genelde, daha büyük fırsatlara sahip olup daha az engelle karşılaşanların, bu hedeflere ulaşmayı kolaylaştırmak için daha büyük sorumlulukları olduğuna hemfikir olabilmeliyiz. Daha özgür toplumlardaki ayrıcılıklardan pay almakta yeterince şanslı olan bizler, bu soruyu sormak yerine cevaplamak için bir şeyler yapıyor olmalıyız.
RB: Ayrıcalıklı bir sınıf olarak akademisyenlerin, medyanın mesajlarını eleştirmek için iyi bir konumda oldukları düşünülebilir. Ancak çabalarının birçoğu isteksizce yapılmış gözüküyor. Akademisyenler çoğunlukla, iktidar yapılarının, elit mevkilerini elde tutmaya istekli hizmetçileri midirler?
NC: Akademisyenler çoğunlukla kendi mesleklerine ve diğer özel uğraşlarına gömülmüş, ideolojik sistemin işleyişine dair özel bir ilgi duymayan profesyonellerdir. Akademisyenlerin medyanın iletilerini eleştirmek için sarf ettikleri çabaların “isteksiz olduğunu” söylemezdim. Farkında olduğum böyle çabalar nadiren ortaya çıkıyor; çok az akademisyen bu soruya ilgi gösteriyor.
Çalışma saatlerini bir laboratuarda, bir araştırma kütüphanesinde ya da bir derslikte geçiren insanlar her şeyden önce elit konumlarını elde tutmayı ya da geliştirmeyi amaçlayabilirler; bunun için de iktidar yapılarına zımni destek verebilirler. Ya da bunu amaçlamayabilirler. Bazıları, “iktidar yapısının hizmetçileri” olabilirler; ama bu kanıtlanmalıdır. Sanırım, bu pek çok durumda kanıtlanabilir; fakat kanıtlama yükümlülüğü belirli durumlarda bu tezi ortaya atan eleştirmenin omuzlarındadır.
RB: Edward Said, entelektüellerin görevlerinden birinin “… insan düşüncesini ve iletişimini sınırlayan steryotipleri ve indirgemeci kategorileri parçalamak” olduğunu iddia ediyor. Bu sizin Manufacturing Consent’te esasen yaptığınızı düşündüğünüz şey mi?
NC: Özgür düşünce ve iletişimin önündeki engellerin üstesinden gelecek durumda olan her kim varsa böyle yapmalıdır. En azından şu kadarı açık görünüyor; örneğin çocuklarına bakan ebeveynler, zanaatçılar, çiftçiler ya da nezih bir hayat yaşamak konusunda ciddi olan herkes.
“Entelektüel” terimi geleneksel olarak bu bağlamda, olağan dışı fırsatları olan insanlar için kullanılır ve her zaman olduğu gibi, fırsat ahlaki sorumluluğu getirir. Dürüst ve onurlu bir yaşam sürmek her insanın sorumluluğudur. “Entelektüel” olarak sınıflandırılacak kadar şanslı olanların, kendi iyi şanslarından kaynaklanan özel sorumlulukları vardır. Said’in tanımladığı görev de bunlara dahildir – kesinlikle önemli bir tanesidir.
Edward Herman’la birlikte yazdığımız “Manufacturing Consent” ticari medyanın yapısının ve kurumsal bağlamının tasviriyle başlar ve bu verili koşullar altında (ki bunların tartışma götürür bir tarafı pek yoktur) bir medya ürününün nasıl olabileceğine dair oldukça basit bazı mantıksal çıkarsamalarda bulunur. Ardından kitap, bu çıkarsamaları adil ve gerçekten sert bir şekilde sınamak üzere -öyle olduğunu umuyoruz- seçtiğimiz bir dizi vaka incelemesiyle devam eder. Bu kitapta ve birlikte ve ayrı ayrı yaptığımız pek çok çalışmada özetlediğimiz ampirik verilerin, çıkarsamalara önemli destek sağladığını düşünüyoruz; bunun doğru olup olmadığını değerlendirmek ise başkalarının işidir.
Tabii ki bir amacımız var: Okuyucuları “zihinsel öz-savunma dersi” olarak adlandırılabilecek şeyi almaya teşvik etmek ve kendilerinin devam edebileceği yollar önermek; başka bir deyişle kendilerini insanları kendi yaşamlarını kontrol edebilen failler olmaktan çıkarıp pasif öznelere dönüştürmeye ve rıza imal etmeye adanmış çabaların, altını oymak için insanlara yol göstermek. “Rızanın imalatı” ve “rıza mühendisliği” kavramlarını biz icat etmedik, bu aklınızda olsun. Biz onları medyanın önde gelen isimlerden, halkla ilişkiler endüstrisinden ve akademik camiadan ödünç aldık. Çeşitli yerlerde tartıştığımız şekilde, “rıza imalatının” öneminin dikkate alınması, daha özgür toplumlarda artık merkezi bir tema haline gelmiştir.
Baskı uygulama kapasitesi azaldıkça otorite ve egemenliğin temeli olarak düşüncenin kontrolüne yönelmek doğaldır. Bu, David Hume’un belirttiği gibi, temel bir hükmetme prensibidir. Bizim işimiz “bir ordu askerlerin vücudunu nasıl biçimlendiriyorsa, halkın düşüncelerinin tüm ayrıntılarını aynı şekilde biçimlendirmeye çalışanlar karşısında insanlara yardım etmektir. Değilse, kendi kendilerini görevlendiren “sorumlu insanlar”, “vahşi sürüler” tarafından engellenmeksizin dünya işlerini rahatlıkla yürütebileceklerdir. “Vahşi sürüler”, yani halk, iyi yönetilen bir “demokrasi”de marjinalize edilmeli, atomize olmalı ve kişisel sorunlarının içinde boğulmalıdır. Belirtilmeyen ama önemli diğer bir ön kabul ise “sorumlu insanın” bu yüce statüsüne otantik iktidara yaptığı hizmet sayesinde ulaştığıdır; bu, eğer bağımsız bir yoldan yürümeyi tercih edecek olurlarsa hayatın derhal keşfedebilecekleri bir gerçeğidir.
DEMOKRASİ
RB: Birçok röportajınızda, demokrasi için net bir bakış açısı öne sürüyorsunuz: Toplumdaki merkezi kuruluşların halkın kontrolü altında olması. Bunu neden bu kadar önemli gördüğünüzü biraz açar mısınız?
NC: Şu aşikar ki; biz, insanların olabildiğince özgür olmalarını ve kendilerini ilgilendiren kararların alınma aşamasında mümkün olduğunca aktif rol oynayabilmelerini istemeliyiz. Dolayısıyla bu özgürlüklerin önüne konulan kurumsal engellere karşı çıkmalıyız; örneğin askeri diktatörlükler. Ya da Merkezi Kurullar tarafından idare edilen devletler. Ekonomik ve toplumsal yaşama hakim olan sayısız özel güç odaklaşmaları, “kamuoyunu şekillendirip” -James Madison’un hatırlanmaya değer tabiriyle- hükümetin “araçları ve tiranları” olmalarını sağlayacak araçlara sahipler. James Madison bu tabiri, özel güçlerin saltanat sürmesi halinde demokratik deneyim karşısında oluşabilecek tehditler hakkında bir uyarıda bulunurken kullanmıştı. Onun yaşadığı günlerden (ve daha da öncelerden) bu güne, “demokratik yönetim” üzerine devamlı olarak mücadeleler süregelmiştir.
İnsanlar eylemin ‘‘katılımcısı’’ değil de -‘‘rıza imalatının’’ avukatlarının tavsiye ettikleri gibi söz haklarını periyodik olarak şu veya bu ‘‘sorumlu insanlar’’ kümesine devreden “ilgili seyirci topluluğu” mu olmalılar? Yoksa hakları bu yetersiz sınırları aşmalı mı? Bazen eski güçler yükselişte olabilir, “demokratik yönetim” aşınmaya uğratılabilir; ama entelektüel tarihle ilgili olanlar tahmin edeceklerdir ki sloganlar maddi içeriklerinden yoksun kaldıkça daha ateşli beyan edilecektir. Bir süredir bu tip bir çağda yaşamaktayız, ancak daha önceden de olduğu gibi, sürecin geri döndürülemez olduğunu söylemek için hiçbir sebep yok. Birçok kez “tarihin sonu”nun geldiği ilan edildi ve de bu tahmin de hep yanlış çıktı.
RB: Birkaç yıl önce, röportajlarınızdan birinde John Dewey’in “üretimin hedefi, özgür insan üretmektir” iddiasını lehte alıntılamıştınız. Sizce, bu hedefi gerçekleştirmekte başarılı olabiliyor muyuz?
NC: Bazıları için başarısızlık olan şey, diğerleri için başarı olabilir. Bu, onların ‘‘demokratik yönetim’’ mücadelesinde nerede durduklarına bakar. Ya da resmi olarak onaylanan ancak sürekli olarak görmezden gelinen Evrensel Haklar Bildirgesi bağlamında vatandaşlık, toplumsal ve ekonomik, ya da genel anlamda kültürel haklar mücadelesindeki konumlarına.
Şu anki gerileme dönemi dışsal iktidarın emri altında, ‘‘moda tüketimi’’ ile – bireysel ve toplumsal yaşamın belirlenme sürecine katılımdan çok – “vahşi sürü” kullanımına karşılık gelecek diğer “yüzeysel şeylere” sapmış “insan üretimi” hesabına başarılar kaydediliyor. Ancak bunu başardığı ölçüde, “özgür insan üretmekte” başarısız oluyor. “Bizim” başarılı mı yoksa başarısız mı olduğumuz, kim olmayı seçtiğimize bağlı.
ÜNİVERSİTELER
RB: Üniversitelerin –özellikle de ABD’dekilerin- muhafazakar doğasından bahsediyorsunuz ve buna örnek olarak modern dilbilimin, akademinin önde gelen merkezlerinden çok uç bölgelerde gelişmiş olmasını gösteriyorsunuz. Üniversitelerin, statükonun uşaklarından daha fazlası haline gelebileceğini ümit ediyor musunuz? Sizce, en iyimser düşüncelerinizle, demokratik bir toplumda üniversitelerin veya öğretim elemanlarının rolü ne olabilir?
NC: Bildiğim kadarıyla, ABD’deki üniversiteler diğer ülkelerdekilere nazaran otorite ve katı doktrinler tarafından daha az sınırlandırılıyor. Fakat cemiyetlerin “kendilerini koruma” ve meydan okumalara direnme eğilimi göstermelerini ummak da doğal olacaktır. Eğilimler, birkaç yüzyıldan beri var olagelen bu tarz meydan okumalara karşı koyarak ayakta kalan ve gelişen doğa bilimlerinde oldukça etkisizdir. Dolayısıyla, en iyisi bu tarz meydan okumaları yüreklendirmek. Politik ve sosyo-ekonomik alanlarda statükoya hizmet etmek ise farklı bir mesele. Öğretim elemanlarının veya üniversitelerin oynayabileceği rol için, önceden bahsettiğim su götürmez gerçeklerden ve bu gerçeklerin dar kapsamlı entelektüel uğraşlardan daha geniş toplumsal ve gelecek nesilleri ilgilendiren meselelere kadar çeşitli alanlara uygulanmasından başka söyleyecek bir şey bulamıyorum. Spesifik toplumsal meselelerle ilgili, su götürmez gerçeklerden çok daha farklı olarak söylenebilecek bir sürü şey vardır. Bu söylenenler de dolayısıyla önemli ve aynı zamanda tartışmalıdır. Bu bizi, maalesef, burada birkaç kelimeyle ciddi olarak ele alamayacağımız, yüksek derecede önem arz eden belirli konulara götürecektir.
RB: Birkaç yıl önceki bir röportajda, “iktidarın toplum içersinde gerçekte nasıl işlediğinin halk tarafından fark edilmesinin önüne geçecek bir mistifikasyon ağı yaratmakla, kurumların açıkça akademik bilgiyi kullandığını” belirtmişsiniz. Sizce bu tarz mistifikasyon ağlarının yaratılması sürecinde, akademisyenlerin rolü nedir?
NC: Bu gözlem çok daha genel ve ben bunu kesinlikle onaylayamam. Bu, ana akım akademisyenlerle ilgilidir. Çok ünlü bir siyasal bilimci, 20 yıl önce yazdığı kült haline gelmiş American Politics kitabında “ABD’deki iktidarın mimarları, hissedilebilen fakat görülemeyen bir kuvvet yaratmak zorundadır.” der. Sebebi ise şudur: “İktidar karanlıkta kaldığı sürece güçlüdür; günışığına çıktığında buharlaşmaya başlar.” (Samuel Huntington).
Kitap yayınlandığı sırada bilimsel bir mecmuada çıkan röportajında, Samuel Huntington, akademisyenlerin ve başkalarının ABD dış politikasının kökleri hakkındaki yalancılığına dair çok iyi bir örnek vermiştir: “Siz bir işgali veya bir askeri hamleyi, savaştığınız düşman Sovyetler Birliği imiş şeklindeki bir yanlış algılamayı yaratacak şekilde pazarlamak zorunda kalabilirsiniz. ABD’nin, Truman Doktrini’nden bu yana yapmakta olduğu şey de budur.”
Bu açıksözlü ve dürüst bir saptama. Bilimsel çalışmanın birçok alanına dair örnekler içeren kapsamlı eleştirel çalışmalar var. Birçok olayı bizzat kendim tartıştım. Aynı zamanda kamuoyu karşısına örülen bu tarz mistifikasyon ağlarını çözümleyen akademik çalışmalardan da çoğu zaman yararlandım ve alıntılar yaptım. İnandırıcı olmak mevzunu bir yana koyarsak, kesin doğruluk derecesine sadece yaklaşacak örnekler bile bulmak, tartışmanın sınırlarını çok daha ileri götürmeden imkansız gözüküyor. Önceden söylemiş olduklarımı yine de tekrar vurgulayayım: ABD, bu bakımdan kesinlikle olağandışı değildir; hatta ortalamadan oldukça iyi bir sicile sahip olabileceğinden korkuyorum.
RB: Ivan Illich, uzmanlık konumuna başvurarak diğerlerini yetkisizleştiren “güçsüzleştirici uzmanlıklardan” –ya da gerçekten güçsüzleştirici uzmanlardan– bahsediyor. Elit uzmanları ve daha da geniş olarak akademisyenleri, hangi dereceye kadar Amerika’daki statükoya meydan okumaktan ziyade onu güçlendiren bürokratlardan [4] meydana gelen ‘yeni bir sınıf’ olarak değerlendiriyorsunuz?
NC: Güçlülerle işbirliği yaparken bilimin adını ağızlarından düşürmeyen, akademisyenleri de içeren bu entelektüellerin “yeni bir teknokratlar sınıfı” haline geleceği, 19. yüzyılda modern entelijansiyanın oluşum safhasının henüz başında Bakunin tarafından tahmin edilmişti. Tahminleri genel olarak gerçekleşti diyebiliriz. Bazılarının, halk devrimi yoluyla devlet gücünü ele geçirmeye çalışacağını, bunu takiben tarihin en beter tiranlıklarından biri olan “Kızıl Bürokrasi”yi kuracağını tahmin etmişti. Bunun yanı sıra başkalarının da iktidarın başka yerde yattığını göreceğini ve -Dünya Bankası jargonuyla- “teknokratik yalıtım” içersinde işlevlenme hakkını talep edecek gizleyiciler, “güçsüzleştiriciler” ve yöneticiler haline gelerek iktidarın avukatlığını yapacaklarını tahmin etmişti. İkisi de gerçekleşti.
Ben, her halükarda, kurumlar değiştikçe ve geliştikçe doğal olarak değişen bu usüllerde bir miktar yenilik olduğu şeklindeki çıkarımı sorgulayacağım. Isaiah Berlin, Bakunin’in “Kızıl Bürokrasisi”nin entelektüellerini “laik ruhban sınıfı” olarak tarif ediyor ve erken zamanlardaki dini ruhban sınıftan farklı olmayan işlevlerinden bahsediyor. Pascal, nefret ettiği Cizvit entellektüellerin pratiklerine dair yaptığı sert yorumda hırçın bir dille bu işlevleri tarif ediyor. Sıraladığı bu pratikler arasında kutsal metinlerin servet, iktidar ve ayrıcalık kazanmak için yeniden yorumlanmasına dayanan bir rıza imalatı aracı olarak kullandıkları “yorumun faydası” iddiaları da yer alıyor. Berlin’in gözlemi oldukça doğru ve Amerika’ya da uyuyor. Önceden belirtilen sebeplerden ötürü: Rus bürokratlar ve hükümet dairesi başkanları, en azından, korkuyu hafifletici neden sayıyorlardı.
Genellikle, resmi düşmanımızın gözündeki zerreyi kolaylıkla fark ederiz ve onu etkili bir belagatla, dürüstmüş pozlarında suçlarız; ama kendi gözümüzdeki kütleyi fark etmek daha zordur; fakat –yada daha doğrusu, çünkü- onu fark etmek ve ortadan kaldırmak temel ahlaki zeminde ve genelde, doğrudan insani neticeleri bakımından çok daha önemlidir. Entellektüeller, tarihsel olarak bu görevlerin gerçekleştirilmesinde önemli roller oynamışlardır; İlyiç de, bilimsel uzmanlık ve spesifik bilgi üzerindeki hak iddialarının sıklıkla birer araç olarak kullanıldığı gözleminde haklıdır. Böyle özel bir ehliyete gerçekten hakkıyla sahip olanların, anlaşılan şeylerin limitlerinin neler olduğunun toplumun geneline açıkça anlatılması gibi belirli bir yükümlülüğü vardır. Bu limitler, insani meseleler için önemleri bakımından çoğunlukla çok dardır.
EĞİTİM
RB: Değişik eğitim modelleri olduğundan bahsettiniz. Kitlesel eğitimin uysallık üretebildiğini söylüyorsunuz. Günümüzde büyük devlet üniversitelerinde yaşanan şey bu mu? Bağımsızlık ve yaratıcılık odaklı bir eğitimin nerede yer aldığını düşünüyorsunuz?
NC: Yine, kitlesel eğitimin kısmi olarak –Ralph Waldo Emerson’un, kitlesel eğitim taraftarlarını esinlendiren seçkinlerin korkularını işlediği paradosinden alıntı yapacak olursak – “onları boğazımızdan uzak tutabilmek için eğitmek” ihtiyacından kaynaklandığını belirtmekle hiç de orjinal bir şey yapmış olmuyorum. Daha genel olarak, genişleyen tarım sektöründe bağımsız çiftçiler uysal işçilere dönüştürülmek için eğitilmeliydiler. Onların kafasından ücretli işçiliğin kölelikten farklı olmadığı inancı gibi şeytani düşünceleri çıkarmak gerekliydi. Bu yakın çağda da devam ediyor, şimdilerde bazen devlet eğitimine saldırı şeklini alarak.
Sosyal güvenliğe saldırı da benzer bir güdüden kaynaklanıyor. Sosyal güvenlik, “rasyonel servet artıcıları” olmaktan başka fonksiyonlar gösterip dğerlerine karşı şefkatli olmamız gerektiği kavramına dayanmaktadır.
Eğer devlet eğitimine karşı seçkinlerin zaman içersinde gösterdiği tavırlara bakacak olursak, basit formüllerin açıklayıcı olmaktan çok uzak olduğunu görürüz. Çelişen eğilimler vardır. Bilimde, özellikle büyük devlet üniversiteleri yaratıcılığı ve bağımsızlığı teşvik etmede aktif rol oynamak zorundalar; aksi takdirde ürünler solacak ve onlarla birlikte servet ve iktidar arzuları da.
En azından kendi deneyimlerime göre, devlet üniversiteleri yaratıcılığı ve bağımsızlığı teşvik etmekte geri kalmıyorlar ve hatta genelde tersi gerçekleşiyor. Yaratıcılık ve bağımsızlık vurgusu eğitim sistemindeki direnişin hanesinde yer alıyor ve başarılı olmak için nüfusun büyük çoğunluğunun ihtiyaçları ve meseleleriyle birleştirilmeleri gerekiyor. İnsan onları her yerde bulabilir.
GELECEK
RB: Sizce akademi için umut var mı? Örneğin, MIT [5] için umudunuz var mı? Daha genelde, Amerikan üniversiteleri için? Gerçekçi bir şekilde baktığınızda –kendinizi de uygun gördüğünüz kategoriye koyarak- yazarların, şairlerin, akademisyenlerin ve aktivistlerin önümüzdeki on yılda akademi içinde ve dışında neler başarılabileceğini düşünüyorsunuz?
NC: Sözünü ettiğiniz kategorilerdeki entelektüellerin tarihte eşi olmayan, olağandışı ayrıcalıklar yaşamakta olduğunu düşünüyorum. Akademik dünyada baskının, hainliğin, sahtekarlığın, marjinalleştirmenin ve dışlamanın çirkin örneklerini bulmak yeterince kolay. Ancak, karşılaştırmalı standartlara göre kısıtlamalar oldukça sınırlı. Muhalifler eski günlerde Kremlin’in hakimiyet alanında olduğu gibi hapse atılmıyorlar. Washington’un hakimiyet alanında olduğu gibi, beyinleri hüküm süren süper güç tarafından havaya uçurulmuyor – Amerika’da özel bir ilgi uyandırmasa da, kendimiz hakkında bir şeyler öğrenmeyi seçiyorsak, bakabileceğimiz birçok örnekten biri. Kaç tane eğitimli Amerikalı El Salvador’da alçak suikastlere kurban giden Cizvit entelektüellerinin en azından isimlerini hatırlayabilir ya da onların yazdıklarını nereden bulabileceğini bilir? Cevaplar, özellikle düşman topraklardaki benzerlerine olan tutumlarındaki çarpıcı -ve tarihsel olarak tipik olan- tezat ortaya konulduğunda açıklayıcı olur.
Olağandışı ayrıcalıklarıyla, Batılı entelektüeller gerçekten de büyük işler başarabilir. Sınırlar nesnel şartlardan çok arzular tarafından şekillendiriliyor ve insani arzulara dair yapılacak tahminler değersiz olacaktır.
RB: Siyasete angaje olmuş bir üniversite için önereceğiniz vizyon ne olacaktır?
NC: Kişisel olarak, “siyasete angaje olmuş bir üniversite” fikrinde otuz yıldan fazla bir zaman önce, protesto ve direnişin dorukta olduğu zamanlarda yazmış olduğum yazılarda (ve tekrar For Reasons of State’te yayınlandılar) ortaya koyduğum sebeplerden ötürü tereddütlüyüm. O zamanlar, modern sistemin ve klasik liberalizmin kurucularından Wilhelm von Humbolt’un tarif etmiş olduğu üniversite kavramından çok zor yararlanabileceğimizi düşünmekteydim. Bu, ideallerin değişen şartlara – tabii ki – adapte edilmesi gerekmesine rağmen; bana bugün de doğru geliyor.
Üniversitedeki bireyler – öğrenciler, öğretim görevlileri, personel- politik olarak anagaje olmayı tercih edebilirler ve özgür bir üniversite de bunların doğal seçimler halini aldığı bir ortamı teşvik etmelidir. Üniversiteler özgür ve bağımsız olabildiği ölçüde “düzen bozucu” olacaktır; şöyle ki iktidarın hakim yapıları ve bu yapıların ideolojik destekleri – ciddiye alındıkları her yerde – doğa bilimlerince beslenen karşıt tutumlara mukabil eleştiri ve meydan okumayla, karşı karşı kalacaktır.
Fakat bu, üniversitenin bir kurum olarak “siyasete angaje” olması gerektiği manasına gelmez. Düşünsel ve eylemsel angajmana ciddi olarak olanak vermek ve bu tip olanaklara serbest ve bağımsız ulaşımı teşvik etmek bir şey; üniversitenin kendisinin, bir kurum olarak doğru konsensusun gerçekleşeceği, oldukça dar kapsamın ötesinde angaje olması başka bir şey. Bu tip bir angajman kafalarda sorular da oluşturacaktır. Bu iki eğilim önemli açılardan karşıtlıklar taşıyor. Bu akılda bulundurulması gereken bir ayrım; ne var ki sürekli olarak ortaya çıkan problemler ve ikilemler çözülmeyi bekleyenlerdir.
1 Şiddete karşı olan, ayinlerinin çoğu sessizlik içinde geçen bir Hıristiyan mezhebinin üyesi (ç.n).
2 Sovyetler Birliği’nde bürorasinin ayrıcalıklı üyeleri (ç.n).
3 The Fascist Government, 1922’de İtalya’da kurulan hükümet (ç.n.).
4 (İng.)Apparatchik: Sovyet bürokrasisi üyesi (ç.n.)
5 Massachusetts Institute of Technology: Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (ç.n.

Kuantum Fiziğinin Temel İlkeleri

Kuantum fiziği, herhalde ününü olağanüstü derinlikteki öngörüleri ve bunların deneysel başarılarından çok, bu buluşların dayandığı temellerin şaşırtıcılığına borçlu. Aslında deneylerin tutarlı biçimde doğrulamasına karşın, atomaltı ölçekte geçerli yasaların, kuralları, ilkeleri, bizim alışık olduğumuz makrodünyanın mantığıyla kavramak hayli güç. Biz kesinlikle aramaya koşullanmışız; oysa kuantum fiziği, evreni yönetenin belirsizlik olduğunu, hatta yaşamımızı bu belirsizliğe borçlu olduğumuzu söylüyor. Biz sanırız ki, bir şey ya vardır ya da yoktur. Oysa Schrödinger’in hayalindeki zavallı kedi biliyor ki, hem yaşamla hem de ölümle iç içe. Makro dünyanın “anayasası” genel görelilik kuramına göre hiçbir şeyin hızı, ışık hızını aşamaz. Oysa kuantum kuramına göre “dolanık” parçacıklar evrenin bir ucundan ötekine “telepati” bağı kurabiliyorlar. Yeni oluşan düşüncelere göre, aslında bu mikro ve makro dünyalar ayrımı temelden yanlış. Bizim günlük yaşamımızı da en derinde bu belirsizlikler, gariplikler belirliyor…..

Bir kuantum sisteminin bazı özellikleri, örnegin bir parçacığın konumu ve momentumu aynı anda istenen kesinlikte belirlenemez. Yani bir parçacığın konumundaki belirsizlikle momentumundaki belirsizliğin çarpımı hiçbir zaman belli bir değerden küçük olamaz. Dolayısıyla biri kesin olarak ölçülürse diğerindeki belirsizlik sonsuz olur. Örneğin parçacığın konumunu kesin olarak belirlersek momentumu hakkında hiç bir fikrimiz olamaz; momentumunu kesin olarak belirlersek; bu kez parçacığın nerede olduğu hakkında hiç bir fikrimiz olamaz.

Bir kuantum sistemi aynı anda birden fazla durumda olabilir. Yani bir elektron, uzayda birden fazla konumda veya birden fazla enerji durumunda bulnabilir. Sağduyuya aykırı görünen ve anlaşılması en zor ilkelerden biridir. “Schrödinger’in Kedisi” örneğinde olduğu gibi kedinin aynı anda hem canlı hem de ölü olması gibi kabul edilmesi güç sonuçlara yol açmaktadır. Birçok fizikçiye göre üstüste gelme ilkesi, sadece makroskobik sistemler için geçerlidir.

Parçacıklar ve alanlar uzun süre farklı olgular olarak kabul edildiler. Kuantum alanlar kuramı, parçacıkların kuantum alanlarının temel kuantumları olduklarını gösterdi. Örneğin fotonlar elektromanyetik alanın, elektronlar bir elektron alanın, kuarklar bir kuark alanın kuantumlarıdır

Mustafa Kemal Atatürk’ün Hayatı

Mustafa Kemal Atatürk’ün Hayatı Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik’te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi’ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın’dan Makedonya’ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım’la evlendi. Atatürk’ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.
Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi’nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi’ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği’nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik’e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi’ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye’ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına “Kemal” i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi’sini bitirip, İstanbul’da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi’ne devam etti. 11 Ocak 1905′te yüzbaşı rütbesiyle Akademi’yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam’da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907′de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır’a III. Ordu’ya atandı. 19 Nisan 1909′da İstanbul’a giren Hareket Ordusu’nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa’ya gönderildi. Picardie Manevraları’na katıldı. 1911 yılında İstanbul’da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp’a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911′de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912′de Derne Komutanlığına getirildi.

Ekim 1912′de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır’daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne’nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915′te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ’da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı’nda, Mustafa Kemal Çanakkale’de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine “Çanakkale geçilmez! ” dedirtti. 18 Mart 1915′te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası’na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915′te Arıburnu’na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal’in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı’nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915′te Arıburnu’nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos’ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos’ta Kireçtepe, 21 Ağustos’ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal’in askerlerine “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!” emri cephenin kaderini değiştirmiştir.
Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları’dan sonra 1916′da Edirne ve Diyarbakır’da görev aldı. 1 Nisan 1916′da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis’in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep’teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917′de İstanbul’a geldi. Velihat Vahidettin Efendi’yle Almanya’ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad’a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918′de Halep’e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918′de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918′de İstanbul’a gelip Harbiye Nezâreti’nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri’nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919′da Samsun’a çıktı. 22 Haziran 1919′da Amasya’da yayımladığı genelgeyle “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını ” ilan edip Sivas Kongresi’ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz – 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi’ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919′da Ankara’da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920′de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919′da Yunanlıların İzmir’I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması’nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşan I. Dünya Savaşı’nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye – ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:
Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü’nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.
Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)
I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)
II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)
Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)
Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)
Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921′de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal’e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923′te imzalanan Lozan Antlaşması’yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması’yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.
23 Nisan 1920′de Ankara’da TBMM’nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922′de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’yla yönetim bağları koparıldı. 29 Ekim 1923′te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet’in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ve “Yurtta barış cihanda
barış” temelleri üzerinde yükselmeye başladı.
Atatürk Türkiye’yi “Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak” amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz

1. Siyasal Devrimler:
• Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
• Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
• Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
2. Toplumsal Devrimler
• Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
• Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
• Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
• Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)
• Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
• Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)
3. Hukuk Devrimi :
• Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
• Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)
4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:
• Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)
• Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
• Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
• Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
• Güzel sanatlarda yenilikler
5. Ekonomi Alanında Devrimler:
• Aşârın kaldırılması
• Çiftçinin özendirilmesi
• Örnek çiftliklerin kurulması
• Sanayiyi Teşvik Kanunu’nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
• I. ve II. Kalkınma Planları’nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması
Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934′de TBMM’nce Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadı verildi.
Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk’ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.
Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye’yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.
15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet’in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku’nu okudu.
Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923′de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.
1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox’a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği’ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı.
Fransızca ve Almanca biliyordu. 10 Kasım 1938 saat 9.05′te yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda hayata gözlerini yumdu. Cenazesi 21 Kasım 1938 günü törenle geçici istirahatgâhı olan Ankara Etnografya Müzesi’nde toprağa verildi. Anıtkabir yapıldıktan sonra nâşı görkemli bir törenle 10 Kasım 1953 günü ebedi istirahatgâhına gömüldü

Büyük Önder Büyük Lider Mustafa Kemal Atatürk

Bilim Çağı

Mekanik. Mekanik, 18. yüzyılda bilimler arasındaki öncülüğünü sürdürdü, gelişme süreci içinde de fiziğin bir dalı durumundan, matematiğin bir dalı durumuna geçti. Fiziğin birçok problemi, matematiksel analizin giderek yetkinleşen yöntemleriyle çözülebilecek matematik problemlerine indirgendi. Matematikte ve matematiksel fizikte en yetkin ve verimli bilim adamlarından biri İsviçreli Leonhard Euler’di. Onun geliştirdiği değişimler hesabı çok karmaşık problemlerin çözümünde güçlü bir araç oldu. İki Fransız matematikçi, Jean Le Rond d’Alembert ve Joseph-Louis Lagrange, mekaniği bütünüyle matematiğe dönüştürmeyi başardılar. Nevvton mekaniği, fiziksel gerçekliğe uygunluğu belirlenerek sınanabilirdı. 18. yüzyıl başlarında bu sınama gerçekleştirildi. Descartes’çılar, yerçekimine yol açan esir burgaçlarının ekvatorda en çok basınç yapacağı görüşünden yola çıkarak, Yer’in biçiminin ekvatorda basık, kutuplarda şişkin olması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Newtoncular ise merkezkaç kuvvetin ekvatorda en büyük olmasından ötürü Yer’in ekvatorda şişkin, kutuplarda basık olacağını öne sürüyorlardı. Laponya ve Peru’da gerçekleştirilen duyarlı meridyen yayı ölçümleri New-toncı görüşün doğruluğunu ortaya koydu. Newton mekaniğine son büyük katkıyı La-place gerçekleştirdi. Onun 1798-1827 arasında yayımladığı Traite de mecanique celes-te (Gök Mekaniği) adlı başyapıt, bu alanda Newton’dan esinlenilerek elde edilmiş olan bütün sonuçları sistemleştirdi. Laplace, gezegenlerin yörüngelerinde kütleçekimsel etkileşimlerin yol açtığı tedirginliklerin gerçekte periyodik olduğunu, yani Güneş sisteminin kararlı olduğunu, bu nedenle de Newton’ın öne sürdüğü gibi Tanrı’nın müdahalesine gereksinimi bulunmadığını gösterdi.Romantik başkaldırı. Newton mekaniğinin zaferi, belki de kaçınılmaz olarak, bir tepkiye yol açtı ve bu tepki bilimin daha da ilerlemesine katkıda bulundu. Kökenleri çok çeşitli ve karmaşık olan bu tepkiye yalnızca bir örnek vermek yeterlidir. Alman filozofu Immanuel Kant, bilim adamının atomlar, ışık parçacıklan ya da elektrik gibi nesnelerle doğrudan ilişki içinde bulunabileceği biçimindeki Newtoncı görüşe karşı çıktı. Kant’a göre insanın algılayabileceği tek şey, ancak kuvvet olabilirdi. Kantçı görüş, kuvvetlerin belirli parçacıklarda somutlaşması gereğini yadsıyor, aynca parçacıklar arasında bulunan ve kuvvetleri içeren boşluğa özel bir önem veriyordu. Bu görüşlerden, kuvvetlerin dönüşümü ve korunumu ile alan kuramı konulannda önemli gelişmeler ortaya çıkacaktı.

Doğadaki çeşitli kuvvetler arasında ilişki bulunmadığına inanmayı reddeden ve kimyasal ilgi (afinite), elektrik, ısı, magnetizma ve ışığın, temel çekme ve itme kuvvetlerinin değişik görünümleri olduğu görüşünü benimseyen Hans Christian 0rsted 1820’de, bir telden geçen elektriğin yakındaki bir pusula ibresini saptırdığını gözlemleyerek elektrik ile magnetizmanın ilişkili olduğunu gösterdi. Bu temel buluş, bütün yaşamı boyunca bir kuvveti başka kuvvete dönüştürme konusunda çalışmış olan İngiliz fizikçi Michael Faraday tarafından geliştirildi ve genişletildi. Elektrik akımının ve mıknatıs-lann oluşturduğu kuvvetleri inceleyen Faraday, bir sistemin enerjisinin gerçek ya da hipotetik parçacıklarda odaklanmadığını, sistemin tümüne yayılmış durumda olduğunu belirten alan kuramının temellerini attı.
Kuvvetlerin birbirine dönüşmesi konusu, doğal olarak korunum sorusunu gündeme getiriyordu.

Elektrik enerjisi magnetik enerjiye dönüştüğünde bir enerji kaybı söz konusu muydu? Bu sorunun ilk yanıtlarından birini Faraday ortaya koydu: Belirli miktardaki elektrik “kuvveti”, her zaman belirli miktarda kimyasal madde ayrıştırıyordu. Daha sonra James Prescott Joule, Robert Mayer ve Hermann von Helm-holtz’un çalışmalarıyla bilim için çok önemli bir sonuç olan enerjinin korunumu ilkesi ortaya kondu.

Temel kuvvetlerin niteliklerinin araştırılmasında matematiğin de önemli katkısı oldu. Isının incelenmesi sağlam matematiksel temellere dayanan termodinamiğin gelişmesine yol açtı. Nevvton’ın, ışığın parçacıklardan oluştuğuna ilişkin kuramı, yerini Augustin-Jean Fresnel’in dalga kuramına bıraktı. Elektrik ve magnetizma olguları William Thomson (Lord Kelvin) ve James Clerk Maxwell tarafından özlü bir matematiksel biçime kavuşturuldu. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, enerjinin korunumu ilkesi ve termodinamiğin ikinci yasası sayesinde bütün fiziksel dünya, karmaşık, ama kesin matematiksel ifadeler aracılığıyla anlaşılır duruma gelmişti.

19. yüzyılda atomlar da benzer biçimde kavranabilir duruma geldi. John Dalton’un, atom türlerinin yalnızca ağırlıkları bakımından birbirlerinden farklı olduğu varsayımından yola çıkan kimyacılar, çok sayıda elementi belirlemeyi ve bunlann aralarındaki etkileşimlerin yasalarını ortaya koymayı başardılar. Elementleri atom ağırlıklarına ve tepkime biçimlerine göre sıralayıp düzenlemek olanaklı hale geldi. Sonuçta Di-mitriy Mendeleyev’in geliştirdiği periyodik tablo ortaya çıktı.

Kimya

Kimya. 18. yüzyılda kimyada gözlenen en önemli gelişme, havanın ve genellikle gazların, kimyasal tepkimelerdeki rolünün keşfi oldu. 17. yüzyılda belli belirsiz sezilmeye başlamış olan bu olgu, 1750’lerde Joseph Black’in gerçekleştirdiği deneylerle kesinlikle belirlendi. Black, belirli özellikleri olan bir “hava”nın, örneğin sönmemiş kireç gibi katı maddelerle birleşebileceğini, sonra da bu maddelerden ayrıştırılıp yeniden elde edilebileceğini gösterdi. “Hava”nın özelliklerini inceleyip araştırmaya koyulan kimyacılar çeşitli gazlar elde ettiler. Bunların özellikleri birbirinden farklıydı, örneğin bazısı yanıcıydı, bazısı ise ateşi söndürüyordu; hayvanların içinde yaşayabildikleri ya da yaşayamadıkları gaz türleri vardı.
Newton’ın fizikte gerçekleştirdiğini, kimyada Antoine-Laurent Lavoisier başardı. Lavoisier yanma olgusu üzerinde gerçekleştirdiği çok duyarlı deneyler sonucunda, o güne değin geçerli olan, yanan maddenin (filojiston adı verilen) bir “yanma özü” saldığı kanısını çürüttü ve maddenin yanarken (kendisinin oksijen adını verdiği) bir gazla birleştiğini belirledi. Kimyadaki devrim, kavramlarda olduğu kadar yöntemlerde de ortaya çıkmıştı. Ağırlıksal çözümleme (gravimetrik analiz) yöntemleri, kesinlikli çözümlemeye olanak sağladı. Lavoisier çö-zümlemeci yeni kimyanın, temel maddeleri, ancak bileşenlerinin çözümleme yoluyla belirlenmesi sayesinde tutarlı ve mantıklı bir biçimde sımflandırabileceği görüşündeydi.

Bilim ve Sanayi Devrimi. Modern bilimin doğusuyla Sanayi Devrimi’nin birbiriyle yakından ilişkili olduğuna inanılır. Ama Sanayi Devrimi’nin beşiği olan İngiltere’de dokuma sanayisinin, hatta metalürji sanayisinin gelişmesinde bilimsel buluşların doğrudan etkisi olduğunu söylemek güçtür. Bilimde ve 18. yüzyılda gelişmeye başlayan sanayide ortak olan yanın, daha çok, dikkatli gözlem ve genellemelere verilen önem olduğu söylenebilir. Bilim ile sanayi arasında doğrudan bir ilişki, Thomas Nevvcomen’ in buhar makinesinin çok düşük olan verimini yükseltmek amacıyla James Watt’ın yoğunlaştırıcıyı bulması ve böylece buhar makinesini sanayide etkin biçimde kullanılabilecek bir güç kaynağına dönüştürmesi olayında görülür. Ama genelde Sanayi Devrimi bilimden pek fazla yardım görmeden başlamış ve ilerlemiştir.

Bilimin sanayiye doğrudan katkısı ancak 19. yüzyılın ikinci yansından başlayarak gerçekleşti. Böylece metalürji, sanayinin isteklerine uygun çelik alaşımlarının üretilmesini; kimya, temel önemde bazı maddelerin (örn. anilin boyaları) oluşturulmasını sağladı; elektrik ve magnetizma denetim altına alınarak elektrik dinamosu ve motoru geliştirildi. Bu döneme gelinceye değin daha çok bilim sanayiden yararlanmıştı. Örneğin buhar makinesinin ortaya çıkardığı sorunları çözme çabalan termodinamiğin gelişmesine yol açtı. Daha da önemlisi, sanayinin gitgide daha karmaşık makinelere gereksinim duyması sonucunda makine yapım tekniklerinin sürekli gelişmesi, bilimsel araştırmalarda kullanılacak duyarlı ve ke-sinlikli aygıtların yapımına olanak sağladı. Bilim, günlük yaşamın dünyasından atomların ve moleküllerin, mikropların ve virüslerin, bulutsuların ve gökadaların, elektrik akımlarının ve magnetik alanların dünyalarına açıldıkça, olgularla tek ilişki ancak aygıtlar aracılığıyla kurulabilir oldu. Lokomotif ve buharlı gemi kadar, gökadaları gözlemekte kullanılan ve karmaşık bir saat mekanizmasıyla döndürülen büyük bir aynalı teleskop da 19. yüzyıl ağır sanayisinin ürünüdür.

Modern bilimin gelişmesinde Sanayi Devrimi’nin önemli bir etkisi daha oldu. Sanayinin sorunlarını çözmede bilime duyulan gereksinim, ona kamu desteği sağlanmasını gündeme getirdi. İlk büyük teknik okul olan Politeknik Okul 1794’te Paris’te açıldı. 19 ve 20. yüzyılda hizmete giren çok sayıda teknik okul, bilimsel bilginin geniş çevrelere yayılmasına yol açtı, bilimin ilerlemesine katkıda bulundu. Hükümetler bilimsel araştırma kurumlan kurarak, bilim adamlarına burslar ve özel kadrolar sağlayarak bilimi doğrudan desteklemeye başladılar.

Füzyonun Enerji Kaynağı

Füzyon sonucunda açığa çıkan Bağlanma Enerjisi’ni kullanmaktır. Ama bunu denetim altında oluşturmak oldukça zor bir iştir. Çünkü çekirdekler pozitif elektrik yükü taşır ve birbirlerine yaklaştırmak istenildiğinde çok şiddetli bir şekilde birbirlerini iterler. Bunların kaynaşmasını sağlamak için aralarındaki itme kuvvetini yenebilecek büyüklükte bir kuvvetin kullanılması gerekmektedir. Gereken bu kinetik enerji, 20-30 milyon derecelik bir sıcaklığa eşdeğerdir. Bu olağanüstü bir sıcaklıktır ve kaynaşma tepkimesine girecek maddeyi taşıyacak hiçbir katı malzeme bu sıcaklığa dayanamaz.

Faydalı füzyon reaksiyonları

– D-T (döteryum-trityum) füzyon reaksiyonu
– D-D (döteryum-döteryum) füzyon reaksiyonu
• Füzyon için sağlanması gerekn şartlar
– Sıcaklık
– Hapsetme
– Lawson Kriteri
• Plazmanın Hapsedilmesi Metotları
• Magnetik Hapsetme
• Eylemsiz Hapsetme

Füzyon Reaksiyonları

Bir füzyon reaksiyonundan öngörülen enerjinin elde edilmesi için
• Reaksiyon düşük sıcaklıkta oluşmalı
• Yüksek enerji açığa çıkmalı
• Büyük bir tesir kesitine sahip olmalıdır
• Tepkimeye girecek olan maddeler kolayca bulunabilmelidir
• Plazmanın yeniden ısıtılması için yüklü parçacıklar elde edilmeli
• Farklı etkileşmeleri önlemek için enerjisi yüksek olan nötronlar açığa çıkmamalıdır
D-T Reaksiyonu

Döteryum bir proton ve bir nötrondan oluşan hidrojen çekirdeğinin bir izotopudur. Bilindiği gibi izotop proton sayısı aynı nötron sayısı farklı olan atom çekirdekleri için kullanılan bir tanımdır. Simgesel olarak 12H şeklinde gösterilir.
Trityum bir proton ve iki nötrondan oluşan Hidrojen çekirdeğinin bir diğer izotopudur. Simgesel olarak 13H şeklinde gösterilir. Döteryum- Trityum füzyon tepkimesi aşağıdaki şekilde meydana gelir.

Bu tepkimenin özellikleri
• Büyük tesir kesitine sahiptir
• Gerekli olan sıcaklık 4.4 keV�dir. 1 eV yaklaşık olarak 11600 K� dir. Yaklaşık olarak bu sıcaklık değeri 51040000 K lik bir sıcaklık demektir.
• Ortaya çıkan enerji 17.6 MeV gibi yüksek bir enerjidir.
• 3.5 MeV lik enerjiye sahip olan Helyum çekirdeği başka bir deyişle alfa parçacığı plazmanın yeniden ısıtılması için kullanılır.
D-T reaksiyonunun gerçekleştirilmesinde aşağıdaki problemlerle karşılaşılır.
• Trityum kolayca bulunan bir yakıt değildir. Oldukça ender bulunan Lityum çekirdeği izotoplarından aşağıdaki reaksiyonlar sonucu elde edilir.
• Bu tepkimeler füzyon reaktörünü çevreleyen bir lityum tabakası ile nötronların etkileşmesi sonucu elde edilir ve ürünler direk olarak tepkimeye sokulabilir.
• D-T reaksiyonu sonucu açığa çıkan enerjisi yüksek olan nötronların rekatör ile etkileşmeye girerek reaktöre zarar vermesi maliyetin artmasına neden olur.
D-D Reaksiyonu

İki döteryum çekirdeğinin direk olarak reaksiyona girmesiyle meydana gelen füzyon reaksiyonudur. Ve aşağıda gösterildiği şekilde meydana gelir.
• D-T reaksiyonundan daha düţük bir tesir kesiti yani reaksiyon oranına sahiptir. Ve dolaylı olarak bu olumsuz bir durumdur.
• 48 keV gibi yüksek bir sıcaklıkta meydana gelir.
• Füzyon reaksiyonu başına açığa çıkan enerji yaklaşık olarak 4 MeV kadardır.
• Yakıt deniz suyundan kolayca elde edilebilir.
D-D ve D-T füzyon reaksiyonlarının kıyaslanması
• D-T reaksiyonunun tesir kesiti D-D reaksiyonuna kıyasla daha büyüktür.
• D-T reaksiyonu daha düşük sıcaklıkta meydana gelir.
• Ticari olarak düşünülen füzyon tepkimesi maliyeti düşük olduğundan D-D reaksiyonudur.
Lawson Kriteri
• Plazmanın dağılmadan hapsedilmesi için gerekli zamanın ve plazma yoğunluğunun ilişkisini tanımlar
• Plazmanın dağılmaması için “Dışarı Çıkan Güç=İçeri Giren Güç” olmalıdır.
• D-T plazması için:
nd döteryum iyonları yoğunluğu ve nt trityum iyonları yoğunluğu toplamının ne elektron yoğunluğu toplamına eşit olması gerekir.
nD+nT=ne ve nT=nD olmalıdır. Bu son eşitlik plazmanın toplam elektriksel yük açısından nötr olması gerekliliğinden sağlanması gerekir,
• Plazma içinde üretilen güce karşı resaksiyonu başlatmak için plazmayı ısıtmakta kullanılan güç dengeli olmalıdır.
– Plazma içindeki reaksiyon oranı G =nD+nT ile tanımlanır.
– Eğer her füzyonda E kadarlık enerji üretilirse plazma içinde üretilen füzyon gücü;
Pfüzyon=(n/2)(n/2)s VE=(n2/4)s E j/s/cm3 olmalıdır bu plazma içinden dışarı çıkan güçtür.
– Eğer plazma bir T sıcaklığına sahipse toplam enerjisi
Etermal=(ne+nD+nL)(3/2)kT=3nkT dir.
Plazma enerjisinde bir t hapsetme süresi boyunca düzenli oranda kaybedilen enerji
Pkayıp=(3nkT)/t j/s/cm³’tür.
Bu durumda içeri giren güç ve dışarı çıkan güç için sahip olunan ifadeler
Pfüzyon>Pkayıp ise nt >(12 kT)/ (sVE)
Bu eşitsizlik Lawson Kriteri olarak anılır. Bu ifade plazmanın dağılması için gereken hapsedilme süresini ve hapsedilmesi gereken parçacık sayı yoğunluğunu verir.
• D-T reaksiyonu için nt > 3.1020 sn/cm³�dür.
• D-D reaksiyonu için bu değer nt
> 1022 sn/cm³ mertebesindedir

Füzyon Enerji nedir

Füzyon, Nükleer kaynaşma (füzyon), fizyonun (nükleer parçalanma) tersine, farklı iki element çekirdeğinin birleşerek daha ağır bir element atom çekirdeği oluşturmasıdır. Çekirdek Tepkimesi olarak da bilinen bu tepkimenin sonucunda çok büyük miktarda enerji açığa çıkar.
Füzyon tepkimeleri Güneş’te her an doğal olarak gerçekleşmektedir. Güneş’ten gelen ısı ve ışık, hidrojen çekirdeklerinin birleşerek helyuma dönüşmesi ve bu dönüşüm sırasında kütle kaybı karşılığı enerjinin ortaya çıkması sayesinde meydana gelmektedir. Kütle kaybının karşılığı enerjinin büyüklüğü Einstein’in ünlü E = mc² formülüyle rahatlıkla hesaplanabilir.

Ultrasyon Işınlarınına Karşı Çözüm

Ultrasyon insan kulağının işitmeyeceği kadar yüksek frekanslı ses dalgalarına verilen addır. öteses’ ultrases de bu kavram için önerilen adlardandır.
Ses’ cisimlerin titreşimi sonucunda meydana gelir. X – ray ışınlarının tersine ses elektromanyetik değildir. Ultrases Akustik bir dalgadır. (Başka bir deyişle gaz’ Sıvı veya katı ortamdaki Mekanik bir dalgadır). Sesin iletilebilmesi için bir ortam (Madde) gereklidir. Sesin yayılımı bir yerden bir yerden başka bir yere enerji taşınımı şeklindedir. Ses dalgalarının yayılma hızı’ ortamın yoğunluğuna bağlıdır.
Ses dalgaları 3’e ayrılır.
Infrasound (sesötesi) frekansı 20 hertz veya altındaki sestir.
İşitilebilir ses frekansı 20-20 000 hertz arasında olan işitilebilir sestir.
Ultrases 20 000 hertz üzerinde (2 – 15 MHz) frekansa sahip işitilemeyen sestir.

Ultrason Fiziği
Dalga boyu ve hız
Ultrasonik frekanslarda belli bir ortamdaki ses hızı sabit olduğu için Hız = Frekans x Dalga boyu denklemine göre frekans artınca sesin dalga boyu kısalmaktadır. Aradaki ilişki ters orantılı olduğu için yumuşak dokuda ses frekansı 1’5 Mhzden 3 Mhz çıkınca dalga boyu da 1mm den 0’5mm ye düşer. Ses şiddeti Watt / cm2 birimi ile ölçülür. Pratikte ses şiddeti Bel ( ile ölçülür.1B = 10 dB Madde Yoğunluk Ses Hızı (m/s)Hava 0.001 330Kemik 1.85 3360Kas 1.06 1570Yağ 0.93 1480Kan 1.0 1560 utrasonografi yankı temeline dayanması nedeniyle röntgen’ tomografi ve manyetik rezonanstan farklıdır. Ultrasound farklı akustik yoğunluklu yumuşak doku yapıları arasındaki ara yüzeyleri ayır edebilir. Yansıyan ekoların yoğunluğu akustik ara yüzeye ve ses demetinin çarptığı Açıya bağlıdır. Ses demetinin geliş Açısı dik açıya ne kadar yakın ise o kadar az ses yansıması olur.
Dik açıdan üç dereceden fazla sapma olması durumunda transduser yansıyan sesi yakalayamamaktadır
Ultrason abdominal organlardan ve yumuşak dokulardan iyi bir şekilde geçerken’ akciğerler ve gastrointestinal sistem gibi Hava içeren organlarda da nakledilemezler. Kemikler de ultrasonu geçirmediklerinden’ kemikler etrafında çevrelenen organlar ultrasound ile incelenemez. Ultarsound dalgasının yoğunluğu absorbsiyon’ refleksiyon ve dağılmayla azalır.
Doku absorbsiyonu ultrasound dalgasının frekansının artmasıyla artar. Ultrason demeti belli akustik özellikli bir dokudan farklı akustik özellikli bir dokuya geçtiği zaman ses demetinin bir bölümü yansır. Refleksiyon açısı genellikle gelme açısına eşittir. Yansıma ses demetinin dalga boyundan daha büyük ve düz bir düzey gerektirir. Örneğin diyafragma’ damar duvarları ve birçok organların sınırları bu özellikteki yüzeylerdir.

Astroloji Bilimin Neresinde

Yaşadığımız olayları geçmiş değil de, gelecek mi belirliyor? Güneş’te meydana gelen patlamalar, radyo dalgaları dünya ekonomisini etkiliyor mu? Menkul değerler borsasının belli başlı kıvrılma ve iniş çıkışlarını önceden bilmeye imkân var mı?
30 yılı aşkın bir zamandan beri özellikle Amerikalı Astrologların başarıyla kullanılan yeni bir formüle göre, yukarıdaki soruların üçünün de cevabı ‘evet’ oluyor. Mekân-Zaman Tahmini, 1965’te ilk ortaya atıldığından beri şaşılacak kadar doğru sonuçlar vermekte.
1973 ve 1974’ün mali şok dalgaları (Mekân-Zaman Tahmini) yoluyla, uzmanlar tarafından bir yılı aşkın süre önce biliniyordu.
Borsa’da olup bitecekleri (hele de uzun vadeli olarak) bilebilen kimselerin, bu hizmeti başkalarına satmaktansa, borsadan kendileri para kazanmaya yöneleceği akla gelebilir ve çok da mantıklı olur. İnsana gerçekten öyle geliyor… Ama tabii eğer ekonomiye ilgi gösteren herkes bunu sırf zengin olma amacıyla yapıyorsa öyle olabilir. Yüzlerce borsa simsarı, malî danışman ve benzerleri, ellerinden gelse bütün paranızı yok edene kadar uğraşırlar. Dizi dizi süstü mektuplar gelir evinize… Size kömürden, çelikten, plastikten, tahıldan, elektronikten, soya fa sulyesinden, daha akla gelebile cek her şeyden nasıl para kazana bileceğinizi öğreten mektuplar.
Ama bu kuralın bazı istisnaları da vardır.
Bu az bilinen sistem, her ekonomik değişikliği önceden bilebilmektedir ve adı da Mekân-Zaman Tahminidir. Bu yöntem karı koca Astrolog olan Louis ve Muriei Hasbrouck adlı iki ABD’linin yarattığı bir sistemdir, bu hoş ve bilgili çiftin, Astrolojide olsun, diğer pek çok dalda olsun, geniş ve zengin bir bilgi dağarcığı vardır. Hasbrouck’lar insanların kozmik ritm’den etkilendiğini kanıtlamayı, borsada bir vurgun yapmaktan daha önemli bulmaktadırlar. Sadık abonelerine sorarsanız, Hasbrouck’lar gerçekten de tüm ekonomik yükseliş ve alçalışların temel kilidine uyacak anahtarı bulmuş durumdadırlar. Hem de olayın vaktinden çok önce.
Bunlar ne reklam verirler, ne de danışmanlık yaparlar. Ama Mekân-Zaman Tahmini’ni 1964 yılında kurduklarından bu yana, bu görülmemiş hizmetten yararlanmak isteyen müşterilerinin yavaş fakat sürekli biçimde arttığını gözlemlemektedirler. Aboneler Hasb-rouck’iarı ancak kulaktan duyarak bulabilirler. Bu da, onların halkı soymaya niyetli bir çift serüvenoi çingene olmadığının en sağlam kanıtıdır. Aslında sansasyonel havadis ve dedikodulardan pek çekinirler, kişisel reklamdan da kaçarlar. Buna ihtiyaçları yoktur.