Kategori arşivi: Sanat

Rüyalarım…

seslimodelGönülden gelen ve ruhumuzun istediği rüyayı hayata geçirebilmek için cesaretli olmayı öğrenmek zorundayız. Aklımız bazen istediklerimizi onaylamasa da, buna rağmen iç sesimizi her zaman dinlemeliyiz. Kendi adıma söylemek istediğim şey, rüyalarımı takip etmekten ve iç sesimi dinlemekten asla vazgeçmeyeceğimdir. Bu yolda zorluklar ve engellerle karşılaşacağımı biliyor olsam da ve hayat zaman zaman bu sesi duymamı zorlaştırıyor olsa da, cesaretimi hiçbir zaman kaybetmemem gerektiğini düşünüyorum. Nereye kadar gidebilirim bilmiyorum ve bugün bunun ne önemi var ki derken -ektiğim tohumlar her zaman çiçek açar mı ya da bir gün ağaç olurlar mı diye fazla düşünmüyor- sadece gerçekleşen şeylerin keyfini yaşıyorum. Ve bildiğim tek şey: “Yolumuz olan şey, aynı zamanda amacımızdır…”
Geçtiğimiz hafta doğduğum kent İzmir’de konser vermenin müthiş heyecanını yaşadım. Çok severek seslendirdiğim Beethoven’in “Tripel” – “Üçlü” Konçertosunu bugüne dek birçok kez yurtiçinde ve yurtdışında, Rivinius, Schmidt, Angelov, Leonardy gibi sanatçılarla çalmıştım. Eseri bu sefer de harika piyanistimiz, devlet sanatçısı İdil Biret ve değerli Çek viyolonselist Jiri Barta ile beraber, salonu büyük bir kalabalıkla dolduran dinleyici önünde bambaşka bir coşkuyla yorumladık. Çok keyifli bir konserdi. Üç solistin bir araya gelerek, sadece 2 provayla sahnede buluşması ve başarıyla sonuçlanan bir performans sergilemesinin, başlı başına bir tecrübe olduğunu söyleyebilirim.
Daha önce Bartok, Beethoven, Mendelssohn gibi belli başlı keman konçertolarını, eşliğinde çaldığım İzmir Devlet Senfoni Orkestrası’nı çok derinleşmiş ve mütevazı buldum. İzmir’in yeni sanat merkezi ve konser salonu olan Ahmet Adnan Saygun Salonu’nun iyi akustiği ve muhteşem atmosferi de işin içine girince, gerçek tonlar ve seslerin renkleri ortaya çıkıyor ve emekler boşa gitmiyor… İzmir’in yüz akı olan bu iki olgunun dışında, konserin değerli Amerikalı orkestra şefi Dorion Wilson ise müzisyen ve sempatik birisi. Ülkemize gelen her yabancı konuk şef, keşke bu denli başarılı ve iyi seçilmiş olsa …
İki hafta sonra 24 Aralık gecesi, Noel’de, İstanbul’un yeni konser mekânı Fulya Gösteri Merkezi’nde, solist olarak şef Naci Özgüç yönetimindeki İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası eşliğinde Ulvi Cemal Erkin’in konçertosunu seslendireceğim. Eseri daha önce birçok kez çalmış ve Ankara Festivali açılış konserlerinin birinde Moskova Senfoni eşliğinde yorumlamıştım. Bu konserden sonra değerli bestecimiz Erkin’in kızı olan İçten Hanımefendi: “Babamın keman konçertosunu bu denli duygu yüklü bir yorumla ilk kez dinledim… ” diyerek beni övgüyle tebrik etmişti.
Her yeni tecrübe, hayatımızda yeni ufuklara açılmamızı ve ilerlememizi sağlıyor. Yaşam, kendim ve hepimiz için güzel şeylerin devamı ve en güzel şeylerin başlangıcı olsun dileğiyle…

Osman Şengezer”in Kimdir

Osman Şengezer”in Kimdir ünlü tasarımcı”nın hayatıKırk yılı aşkın süredir opera, bale, tiyatro sahne tasarımları ve kostümleri hazırlayan Osman Şengezer’in yapıtlarından oluşan seçki, “Osman Sengezer: Dekor ve Kostümün 40 Yılı” başlıklı sergide yer alıyor. Sergi, Şengezer’in 1966’dan 2005’e gerçekleştirdiği
20 opera, 5 bale, 13 tiyatro ve 5 müzikale ait dekor ve kostüm tasarımını sunuyor.

Sanal Mimarlık Müzesi, tasarımın özel bir alanına ilişkin kapsamlı bir arşivi izleyicilerine sunuyor. Kırk yılı aşkın süredir opera, bale, tiyatro sahne tasarımları ve kostümleri hazırlayan Osman Şengezer’in yapıtlarından oluşan seçki, “Türk Sahnelerinde Dekor ve Kostümün 40 Yılı” başlıklı sergide yer alıyor.

Osman Şengezer; Ankara, İstanbul ve İzmir Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Baleleri, İstanbul Şehir Tiyatroları, aralarında Ankara Sanat Tiyatrosu, Dormen Tiyatrosu, Kenter Tiyatrosu, Ankara Meydan Sahnesi, Devekuşu Kabare Tiyatrosu ve Nisa Serezli-Tolga Aşkıner Tiyatrosu’nun da bulunduğu çok sayıda özel tiyatro için, “II. Mehmet” ten “Il Trovatore” ye, “Orpheus” dan “Hürrem Sultan” a, “Uzundere” den “Mutlu Ol Nazım” a, “Kral ve Ben” den “Tatlı Charity” ye, farklı tür ve yaklaşımdaki gösterilerin dekor ve kostümlerini tasarladı.

Mimarlık eğitimi almış bir sahne tasarımcısı olan Şengezer, tiyatro, bale, opera dekoratörünün ilk kotaracağı konunun “yorum” ve “yorumlama” olduğuna dikkat çekiyor. Şengezer’e göre sahnede kullanılması gereken “nesneler”, sıradan şeylerdir ama tasarımcının bakış açısının ve yorumuyla biçimlenerek yeni bir araç ve amaç kimliği kazanırlar. Dekorun bir başka çok önemli öğesi insandır. İnsanın dekor plastiğine karışması; dekor unsurlarına karışan bedensel anlatım, yöneltilmiş, denetlenmiş gösterimlerin bütünlüğüne dönüşür. Seyirci ile oyun arasında ilk etkileşimi sağlayan öğedir dekor. Dekor, sahne ile seyirci arasında karşılıklı bir etki-tepki bağını sürekli olarak aktif bir biçimde koruyabilmelidir.

“Osman Şengezer: Dekor ve Kostümün 40 Yılı” sergisi, Şengezer’in 1966’dan 2005’e gerçekleştirdiği 20 opera, 5 bale, 13 tiyatro ve 5 müzikale ait dekor ve kostüm tasarımını sunuyor. Sergiyi, Tufan Sağnak ve Derya Nüket Özer hazırladılar.

Osman Şengezer
Eğitimine İstanbul’da başladı, Ankara’da tamamladı. o dönemde adı “Middle East Technical Univercity” olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nün sınavını kazanarak eğitime hak kazandı. Bu bölümde iki yıl sanat tarihi, mimarlık tarihi, mimarlık kuramı ve teknik dersleri aldı. Lise yıllarında amatör olarak tiyatro ile ilgilenmeye başlayan Şengezer, bu dönemde, mimarlık kuramı derslerini veren Abdullah Kuran ile birlikte ODTÜ Tiyatro Kulübü’nü kurdu. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü’ne dört yıl devam etti. iki yıl Tiyatro Tenkidi ve Yazarlığı ve 2 yıl Sanat Tarihi Bölümlerinde eğitim aldı.

1960’dan başlayarak, Ankara Devlet Tiyatroları Baş dekoratörü, ünlü Alman sanatçı Ulrich Damrau’nun yanında sekiz yıl asistanlık yaptı ve sekiz yıl süreyle, kendi deyimiyle “tiyatro, opera ve balenin mutfağında” çalıştı. 1962’de Ankara Devlet Tiyatroları kadrosuna girdi. Devlet Tiyatroları ikiye bölünüp, Devlet Opera ve Bale Genel Müdürlüğü kurulunca oraya geçti. Çalışmalarına daha sonraları İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü’nde devam etti. Turgut Zaim, Tarık Leventoğlu, Refik Eren uzun yıllar asistanlıklarını yaptığı dekoratörler oldu. Bir çok yabancı dekoratörle çalıştı. Ankara Devlet Balesinde yöneticilik yaptı. Uzun süre opera ve bale dergilerinin çıkarılmasında çalıştı. İstanbul Devlet Opera ve Balesinde bir süre Sanat Teknik Müdürlüğü yaptı, halen Başdekoratörlük görevini sürdürmektedir.

Sayısı dörtyüzelliyi geçen dekor ve kostüm tasarımları, operalar, operetler, baleler, modern dans gösterileri, tiyatro oyunları, müzikaller, sinema filmleri ve TV filmlerini kapsar. Ankara ve İstanbul Devlet Opera ve Balelerinin yanısıra, İzmir Devlet Opera ve Balesi, Van Devlet Tiyatrosu, İstanbul ve Eskişehir Şehir Tiyatroları ve TV kanalları ile çalıştı. Ankara Meydan Sahneleri, Ankara Deneme Sahnesi, Ankara Sanat, Dormen, Kenter, Nisa Serezli-Tolga Aşkıner, Akbank Çocuk Tiyatroları, Yeditepe Oyuncuları, Dilek Türker, Tiyatro Ayna ve daha birçok özel tiyatrolarla çalıştı.

Türkiye’nin hemen her iline turne yaptı. Yurt dışında İngiltere, Fransa, Tunus, Cezayir, Mısır, Almanya, Hollanda, Danimarka, Macaristan, Bulgaristan, Rusya, ABD, ve Kıbrıs’ta da turneye çıkarak dekor ve kostüm tasarımlarını izleyiciye sundu.

1963’den bu yana, karma resim sergilerine katıldı ve resim sergileri açti. 1968’de Ankara’da, 1978’de İstanbul’da, 1992’de Antalya’da dekor-kostüm eskiz ve maket sergileri açtı. 1958’den bu yana çeşitli dergi ve gazetelerde inceleme ve deneme yazıları yazdı, 1989’da Yön Ajans’ın yayınladığı “Dekor Kostüm Osman Şengezer”, 1993’de Parantez Yayınlarının yayınladığı “Yazılar Osman Şengezer” isimli iki kitap hazırladı

Şeyh Galib ve Avatar

seslimodelŞeb-i Arus vesilesiyle birkaç Mevlevi şairin divanı elimizin altındaydı geçtiğimiz günlerde. Galata Mevlevihanesi şeyhi Galib Dede’nin bir gazelinde bizi hayrete düşüren bir beyte rastladık.

Buyuruyordu ki;

Rüstemiz, şeh-nâme-i i’câza verdik sûreti

Hâme-i câdû meğer esb-i mutalsamdır bize

Aşağı yukarı şöyle demeye getiriyor: “Zaloğlu Rüstem dedikleri kahraman şimdi biziz ve herkesi aciz bırakan, herkese parmak ısırtan şah eseri şimdi biz ortaya koyduk. Çünkü (cadı misali) büyüler yapan kalem bizim elimize geçince tılsımlı bir ata dönüştü ve sayfalar üzerinde dört nala koşmaya başlayıp mucizevi kahramanlık sahneleri yazdı.”

Belki hatırlayacaksınız, 2010 yılının en çok konuşulan ve hayranlıkla izlenen filmi, üç boyut teknolojisinin şahikası sayılan Avatar idi. Ben yukarıdaki beyti okurken Avatar’ın lâ-teşbih Sidretü’l-Münteha’yı ve Tûbâ ağacını çağrıştıran Pandora’sını yeniden seyreder gibi oldum. Çünkü canların aynileşmesi (binek ile binicinin birbirleriyle bütünleşmesi; tamamlanması) sonucunda binicinin zihni bineğin iradesine hükmetmeye başlıyordu. Tıpkı Şeyh Galib’in elindeki kalem ile bütünleşip onun belagat dolu kalbine hükmetmesi gibi. Yani bundan ikiyüz küsur sene evvel, “cadıların büyülü kalemini ele geçirdik, onu tılsımlı bir at gibi koşturuyoruz” diyen şair Sebk-i Hindî ustalığını göstermekten öte eşyanın ruhuna inerek ona hükmedebildiğini bize anlatmaktadır. Bugünün fantastik romanlar ve filmler çağında onun söylediklerine fazla da yabancı sayılmayız aslında. Mamafih bir yandan eski velilerin kerametlerine yoz bakarken öte yandan olağanüstü halleri yalnızca Hollywood yapımı filmler ve Harry Potter sayfalarındaki ucubelerden tanıyan genç kuşaklar belki de bu beytin derin dünyasına girseler, Şeyh Galib’in kerametlerle yoğrulmuş zihnindeki fantastik unsurların çözümlemesini yapabileceklerdir. Çünkü o, Firdevsi’nin ünlü eseri Şehname’de geçen Rüstem-i Zal hikâyesinden yola çıkarak söz söylemedeki yiğitliğinin ne derece yüksek olduğunu, söylediği şiirlerin birer şahesere dönüşüverdiğini, kendisine kulak verildiği takdirde okuyucuyu kemale erdirip yükseltecek manalar saçtığını övünerek anlatıyor. İlla ki onun övünmesi kuru bir fahriye veya nefsî böbürlenme değil, ait olduğu medeniyetin, içinde kimlik bulduğu kültürün, imanını ortaya koyduğu tarîkin büyüklüğü adına bir övünmedir. Zaten bunun için tekil (benim) değil çoğul (biziz) kişi zamiri kullanıyor. Kendisini bir misyonun sözcüsü olarak gördüğü içindir ki, “biziz” diyor. Bu “biz”in içinde İran şairlerine karşı bir duruş da mevcuttur ve onlara “yazdığımız şiirler ile “i’caz” şehnamesini bizim öykülerimiz doldurdu, onu biz görünür ve bilinir kıldık; bizim sayemizde şimdi bu Şehname oluşuyor.” mesajıyla sesleniyor. Bunun için tılsımlı kalemi ele geçirdiğini (Türk şiirinin İran şiirini geride bıraktığını), bu tılsımlı kalemi at gibi şahlandırdığını da ilave ediveriyor: “Gerçi biz Rüstemiz, illa ki suretimizi mucizeler Şehnamesi’ne verdik, onunla bütünleştik. Madde iken mânâ olduk, sayfalara dökülmeye başladık. Elimizdeki kalem tılsımlı bir ata dönüştü, şimdi mucize koşular yaparak mucizeler söylüyorum.”

Hatırlayın, Avatar filminin kahramanı olan askerin sakat bir madde (Pandora’ya saldıran acımasız bir asker) latif bir de mânâ (Pandora’da yaşayan latif canlar arasına karışmış ruh) hali var. Mânâ (latif) boyuta geçtiğinde orada kendisine efsanevi bir binek (Anka veya Burak) ediniyor ve saçlarıyla bineğin yelelerini birbirine bend edip soyut alemde bineği ile bütünleşiyor, o andan itibaren bineğine zihniyle hükmedebiliyor, binek onun düşünceleriyle hareket edip (aynîleşerek) hedef birliği sağlanıyor. Galip Dede’nin yukarıda söylediği şey, işte tam da budur. Söz kahramanlığına soyununca kalem elimizle bütünleşti, parmağımızdan biri oldu ve tılsımlı bir at gibi düşüncemizin gitmek istediği her yere koştukça koştu…

Avatar’ın binicisiyle bütünleşen Anka’sı, binicisinin düşüncesine tabi oluyor, onun zihninden geçen yerlere gidiyordu. Burada can alıcı nokta, kalemin mucizeye suret veriyor olmasıdır. Bu ifadeden “Biz kalemimizle mucizeler gösteren bir söz peygamberiyiz!” işmarı anlaşılabileceği gibi, “Biz soyut olanı (mucize) surete (madde) büründürüyoruz, onu elle tutulur, gözle görülür kılıyoruz!” ifadesi de çıkartılabilir.

Çocukluğumdan hatırlarım, eskiden kalem (divit) olarak kullanılan kamışlar, çocuklar için bir oyuncak sayılırdı ve hemen her çocuk su kenarlarından kesilmiş bir ney kamışını at gibi iki bacağının arasından sürüyerek “dı-gı-dık; dı-gı-dık…” ağaç ata binerdi. Şair bu beyitte kalem ile at kelimelerini bir arada bulundurarak söylediklerini bir kat daha pekiştiriyor ve “bizim için mucizeye suret vermek, mânâyı söz ile görünür kılmak (maddeye büründürmek) çocukların ağaç ata binmeleri kadar basittir, çocuk oyuncağıdır” demeye getiriyor. Ve unutmayalım ki Şeyh Efendi bunu kibirle övünmek ve şairliğinin derecesini iyi anlayalım diye değil, bilakis söylediklerindeki incelikleri anlayalım ve ona göre kulağımıza küpe yapalım diye söylüyor; yoksa bir şeyh efendiye kibir isnadı ne mümkün!?