Şeyh Galib ve Avatar

seslimodelŞeb-i Arus vesilesiyle birkaç Mevlevi şairin divanı elimizin altındaydı geçtiğimiz günlerde. Galata Mevlevihanesi şeyhi Galib Dede’nin bir gazelinde bizi hayrete düşüren bir beyte rastladık.

Buyuruyordu ki;

Rüstemiz, şeh-nâme-i i’câza verdik sûreti

Hâme-i câdû meğer esb-i mutalsamdır bize

Aşağı yukarı şöyle demeye getiriyor: “Zaloğlu Rüstem dedikleri kahraman şimdi biziz ve herkesi aciz bırakan, herkese parmak ısırtan şah eseri şimdi biz ortaya koyduk. Çünkü (cadı misali) büyüler yapan kalem bizim elimize geçince tılsımlı bir ata dönüştü ve sayfalar üzerinde dört nala koşmaya başlayıp mucizevi kahramanlık sahneleri yazdı.”

Belki hatırlayacaksınız, 2010 yılının en çok konuşulan ve hayranlıkla izlenen filmi, üç boyut teknolojisinin şahikası sayılan Avatar idi. Ben yukarıdaki beyti okurken Avatar’ın lâ-teşbih Sidretü’l-Münteha’yı ve Tûbâ ağacını çağrıştıran Pandora’sını yeniden seyreder gibi oldum. Çünkü canların aynileşmesi (binek ile binicinin birbirleriyle bütünleşmesi; tamamlanması) sonucunda binicinin zihni bineğin iradesine hükmetmeye başlıyordu. Tıpkı Şeyh Galib’in elindeki kalem ile bütünleşip onun belagat dolu kalbine hükmetmesi gibi. Yani bundan ikiyüz küsur sene evvel, “cadıların büyülü kalemini ele geçirdik, onu tılsımlı bir at gibi koşturuyoruz” diyen şair Sebk-i Hindî ustalığını göstermekten öte eşyanın ruhuna inerek ona hükmedebildiğini bize anlatmaktadır. Bugünün fantastik romanlar ve filmler çağında onun söylediklerine fazla da yabancı sayılmayız aslında. Mamafih bir yandan eski velilerin kerametlerine yoz bakarken öte yandan olağanüstü halleri yalnızca Hollywood yapımı filmler ve Harry Potter sayfalarındaki ucubelerden tanıyan genç kuşaklar belki de bu beytin derin dünyasına girseler, Şeyh Galib’in kerametlerle yoğrulmuş zihnindeki fantastik unsurların çözümlemesini yapabileceklerdir. Çünkü o, Firdevsi’nin ünlü eseri Şehname’de geçen Rüstem-i Zal hikâyesinden yola çıkarak söz söylemedeki yiğitliğinin ne derece yüksek olduğunu, söylediği şiirlerin birer şahesere dönüşüverdiğini, kendisine kulak verildiği takdirde okuyucuyu kemale erdirip yükseltecek manalar saçtığını övünerek anlatıyor. İlla ki onun övünmesi kuru bir fahriye veya nefsî böbürlenme değil, ait olduğu medeniyetin, içinde kimlik bulduğu kültürün, imanını ortaya koyduğu tarîkin büyüklüğü adına bir övünmedir. Zaten bunun için tekil (benim) değil çoğul (biziz) kişi zamiri kullanıyor. Kendisini bir misyonun sözcüsü olarak gördüğü içindir ki, “biziz” diyor. Bu “biz”in içinde İran şairlerine karşı bir duruş da mevcuttur ve onlara “yazdığımız şiirler ile “i’caz” şehnamesini bizim öykülerimiz doldurdu, onu biz görünür ve bilinir kıldık; bizim sayemizde şimdi bu Şehname oluşuyor.” mesajıyla sesleniyor. Bunun için tılsımlı kalemi ele geçirdiğini (Türk şiirinin İran şiirini geride bıraktığını), bu tılsımlı kalemi at gibi şahlandırdığını da ilave ediveriyor: “Gerçi biz Rüstemiz, illa ki suretimizi mucizeler Şehnamesi’ne verdik, onunla bütünleştik. Madde iken mânâ olduk, sayfalara dökülmeye başladık. Elimizdeki kalem tılsımlı bir ata dönüştü, şimdi mucize koşular yaparak mucizeler söylüyorum.”

Hatırlayın, Avatar filminin kahramanı olan askerin sakat bir madde (Pandora’ya saldıran acımasız bir asker) latif bir de mânâ (Pandora’da yaşayan latif canlar arasına karışmış ruh) hali var. Mânâ (latif) boyuta geçtiğinde orada kendisine efsanevi bir binek (Anka veya Burak) ediniyor ve saçlarıyla bineğin yelelerini birbirine bend edip soyut alemde bineği ile bütünleşiyor, o andan itibaren bineğine zihniyle hükmedebiliyor, binek onun düşünceleriyle hareket edip (aynîleşerek) hedef birliği sağlanıyor. Galip Dede’nin yukarıda söylediği şey, işte tam da budur. Söz kahramanlığına soyununca kalem elimizle bütünleşti, parmağımızdan biri oldu ve tılsımlı bir at gibi düşüncemizin gitmek istediği her yere koştukça koştu…

Avatar’ın binicisiyle bütünleşen Anka’sı, binicisinin düşüncesine tabi oluyor, onun zihninden geçen yerlere gidiyordu. Burada can alıcı nokta, kalemin mucizeye suret veriyor olmasıdır. Bu ifadeden “Biz kalemimizle mucizeler gösteren bir söz peygamberiyiz!” işmarı anlaşılabileceği gibi, “Biz soyut olanı (mucize) surete (madde) büründürüyoruz, onu elle tutulur, gözle görülür kılıyoruz!” ifadesi de çıkartılabilir.

Çocukluğumdan hatırlarım, eskiden kalem (divit) olarak kullanılan kamışlar, çocuklar için bir oyuncak sayılırdı ve hemen her çocuk su kenarlarından kesilmiş bir ney kamışını at gibi iki bacağının arasından sürüyerek “dı-gı-dık; dı-gı-dık…” ağaç ata binerdi. Şair bu beyitte kalem ile at kelimelerini bir arada bulundurarak söylediklerini bir kat daha pekiştiriyor ve “bizim için mucizeye suret vermek, mânâyı söz ile görünür kılmak (maddeye büründürmek) çocukların ağaç ata binmeleri kadar basittir, çocuk oyuncağıdır” demeye getiriyor. Ve unutmayalım ki Şeyh Efendi bunu kibirle övünmek ve şairliğinin derecesini iyi anlayalım diye değil, bilakis söylediklerindeki incelikleri anlayalım ve ona göre kulağımıza küpe yapalım diye söylüyor; yoksa bir şeyh efendiye kibir isnadı ne mümkün!?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.